29 Aralık 2015 Salı

CEHENNEMDE YAĞMUR

          Yaşım on üçtü. Bir merdivende, çenem dizlerimde oturmuş uzaklara bakıyordum. Uçsuz bucaksız sarı tarlalar vardı o uzaklarda. Sonra güneş döküldü üstlerine, kızıla çaldılar. Öyle mutlu, öyle mutsuz oldum ki ağlamaya başladım. Uzakların ulaşılmazlığı çok güzeldi. Rüzgârın savurduğu toprak güzelle arama bir tül gibi gerildi. Puslandı sarılar kızıllar. Tülün arkasında niye ağladığını bilmeyen bir ergen, berisinde ise büyümeyi hiç ama hiç istemeyen ben. Çünkü on üçüncü basamaktan sonrası cehennemdi.    
            O tozlu merdiven durmadan çağırır beni. Bu çağrıyı duymadığımdandır sızı. Kemiklerim; geçmişe, bozkıra dökülen güneşe, yeniden kendime dönmek için sızlar, sızlanır. Gitmeli; yüreğine sığmayan sonsuz bozkır karşısında dolup taşan o ürkek kız çocuğu büyümüş mü görmeliyim. Değil sarılar kızıllar, artık hiçbir renk karşısında esirmeyen kan dolu bir et yığınına dönen tepeden tırnağa tüm bedenim aslına geri dönmeli. Artık on üçümde olmadığıma göre, buna değer. Kararan göğün altında dolaşmaktan bıktım usandım. Yağsın yağmur, yağsın da paklasın yeri, söndürsün cehennemi.
            Bir Kirkov tanımak ister misin Edi? Kemikleri eve gitmesi için yakaran bir Kirkov bu. Cehennemden kaçmaya uğraşan biri. Aslında kaçmak değil, dönmek. Bir yere dönmek; birine, bir şeylere, bir nedene, bir anlama, bir özleme, bir aşka, bir geçmişe, bir gençliğe; kutsal yatağa dönüp huzura ermek. Ama bunların hiçbiri kucaklamıyor onu. Varış var ama kavuşmak yok. Çünkü, büyüyüp anladığını zanneden biri için artık huzur erişilmezdir; sadece özlenir. Zaman denen şeyin dünyanın üstünden geçerken sadece insana sokulup, onu toprağa hazırlaması karşısındaki çaresizlik huzur vermez tabii. Uykuda bile. Bir film seyrettik Edi’yle; Kirkov’u tanıdık. Sadece bu da değil. Çocuklara kurşunları, delilere de silahları oyuncak kılacak kadar sıradanlaşan, günlük yaşamın içine görünmez bir bulut gibi yayılıp o tekrarlardan biri haline gelen savaşı da gördük. Hangisi daha önemliydi ya da önemsiz; bir fotoğraf sanatçısının acısına tanık olmak mı yoksa savaşın artık evden biri gibi olması mı? Cevabı bahçeler versin; mis gibi domates kokan huzurlu bahçeler. Film orada başlıyor; güzel, sakin. Genç bir papazın elleriyle kırmızı domateslere dokunup, onun o sıcak gülümseyişiyle toprağın cömertliğine, doğurganlığına taşarak coşarak minnet duydum. Ama sonra bu toy, bu tanrıyla barışık, bu henüz aklını yüreğinden ayırmamış, bu kırmızıyı doğadan tanımış, bu sesini tanrıya adamış papazın yanına gelen yaşlı papaz,  kararan bulutları gösterip, o bulutların altında yağmurun başladığını haber verince sorulara gerek kalmadı. Cevaplar zaten hep anlamsız. Meğer ne de pis kokarmış dünya; bahçeler bile. Bu filmde yağmur üç kere yağmadı. Önce kararan bulutların altında olacakları bekledi, savaşın bekçilerini; kin, nefret, öfke, kibir. Sonra da sırayla sözcüklerin, yüzlerin, fotoğrafların üstüne yağdı. Çünkü hepsine kan sıçramıştı. Kan suya karıştı, yağmur yeryüzünü yıkadı. Toprak arındı mı bilmem ama kara bulutlar dağıldı, film bitti. Biz de bittik. Bir süre dilim pelte; ağzımda kuruluk. Sen nasılsın Edi?
            Bir kız çocuğunun çıplak ayağı bastığı yeri ne kadar kirletebilir ki? Bedenine savaş virüsü girenler bunu iyi bilir. O ayakların küçük izlerine kan doldurmaya yeminlilerdir de ondan. Oysa en fazla sevilir o ayaklar. Onları gören aşka düşer; genç papazın gözünden baksana. Keşke sadece domatesler kızarsa; güneşin altında sadece onların kızılı yansa. Toprağa bereketli meyveler yaraşıyor; çocuk izleri bir de. Kan değil. Bunu anlamak için ille de Kirkov olmak gerekmez. Onun gibi sanatçı olmak da. Sıradan biri anlayamaz mı savaşın illet olduğunu; irinli, bulaşıcı, ölümcül. Bu filmde anlayamıyorlar. Küçük bir köyü cehenneme çevirmeyi oyun biliyorlar. Bu oyunu oynamak istemeyenler ise eline silah tutuşturulan köyün gerçek delisinden daha deli sayılıyor. Zaten akıllı olsalardı; veterinerin de dediği gibi; bu tımarhanede ne işleri vardı. Bir fotoğraf sanatçısı, bir âşık genç papaz, bir kızıl saçlı çıplak ayaklı kız çocuğu, bir de veteriner; deliler. Çünkü savaşa değil, hayata meyilliler; diledikleri gibi yaşamaya. Sanatçı arınıp yeniden doğmayı, papaz aşkını doyasıya yaşamayı, çocuk çocukluğunun salıverilmesini, veteriner ise ellerine bulaşan kanın temizlenmesini diledikleri için sığamıyorlar köye; sığdırmıyorlar. Savaşanlar. Dünya bit kadar. Bu bit kadar yerde bir de geniş geniş oturan duacılar var; sadece yiyen içen dua eden, içeriden seyreden. Kısacası, filmdeki haliyle şöyle: kilisede ayin var, dışarıda savaş; kilisede papazların tılsımlı sözcükleri var, dışarıda ise kaplumbağayı ters çevirip ateş çemberine atan çocuklar; bir kilise var bir de dışarı. Bu ikisi birbirinin işine yaramaz ne ki bir çıkar yoksa. Yaşlı papaz yağmur kokusunu aldı. Kötü şeyler olacak.
            Koyun otlatmıyor da adam vuruyorlar. Koyun otlatan adam mı oluyor; silahla olunuyor. İç savaşın ince damarı köyün üç beş erkeği var zaten; onlar da adam. Silahlı; güçlü tabii. Saygı gösterilesi. İç savaşın yumuşak karnı köyün üç beş kadını var zaten; onlar da yaslı, kapalı. Duvarlar içine, kendi içlerine tabii. Savaş yası onların payı. Herkes payına düşenle ne edeceğine kendince karar veriyor; aklının, yüreğinin, yaşadıklarının çeşidiyle, ağırlığıyla. Bir de tabii çevresiyle; şartlar. Kirkov taraf olmanın saçma olduğuna karar verip, dönmeyi seçiyor örneğin. Dul Hana; Kirkov’un gençlik aşkı; kaybolan kızından vazgeçmemeyi. Diğerleri; filmde olmayanlar peki? Kimi seyretmeyi, ah vah etmeyi; kimi üretmeyi, ürettiğine sanat demeyi; kimi bilmemeyi; kimi sadece uyumayı, susmayı, susturmayı; kimi kazanmayı, sıradan da olsa arsızca iştahla yaşamayı. Bir de kimileri yazmayı; sıradanlığın köküne kibrit çakmıyorsa çöp, çöplük. İnsan bu; savaşı kim bilir hangi cehennemde uyurken yeniden hortlatmayı da seçer. Köyde, şehirde fark etmez. Ekinde, bağda bahçede, sürüde değil de bir restoranın loş ışıklı masasında neden olmasın? Ama biz şehirlerde yüksek kültür üretiyoruz. Haydi oradan. Öyleyse o adam nasıl patlattı silahını? Kişisel şiddet mi? Savaş da fazlasıyla kişisel değil mi? Şarap eşliğinde, sorunlarını neredeyse fısıldayarak çözmeye çalışan çifti o derece terbiye eden medeniyete imrenirken etrafa saçılan kandan midem bulandı ama daha çok medeniyetin ikiyüzlülüğünden. Bir yüzü insan aklının muhteşem tarafı; diğeri dibi, balçığı, karanlığı. Ölenden özür dilenir mi? Var üstüne ağla. İstediğin kadar ağla. Kocasından zaman dilenen kadının ellerinde parçalanmış bir yüz; bitti. Yaşayacağı günlerin içinde karşısında oturan adamın olup olmayacağına karar vermek için biraz zaman; artık sonsuz. Kocan öldü. Köydeki dul kadınların acılarına hoş geldin. Savaş her yerli.
            On üçüncü basamakta uzun uzun oturmak istedim. Çünkü o sırada doğa bile benden yanaydı. Tüm güzelliğiyle karşımda öylece duruşundan belliydi bu. Ama sonra ne oldu da düşman oluverdi; bütün fırtınalarını bana kopardı, sağanak yağışlarını bana yağdı, dağını taşını üstüme yığdı, beni yok saydı. Sanki ben istedim ayağa kalkmayı, öbür basamakları çıkmayı. Büyümek beter şeymiş. Her şeyi anladığını sanıp, bin kere anlamadığının budalalığıymış. Belki de güzel olanla bu yüzden ayrı gayrı düştük. Akıl baliğ olduğunda, güzelin güzel olduğunun farkına epey varınca tadı tuzu kalmıyor hayatın. Anlam verdiğim için; fazlasıyla anlamlı kıldığım için. Yavan tat; tat bile değil. Oysa oradayken yani tozlu rüzgârda, o sadece oydu; güzel. O kadar. Adsız, benim anlamlarımdan bağımsız, varlığıyla var olan. Güzelim, gençliğim, gençliğimin gözüyle gördüklerim; söyleyin neredesiniz?  Gideceğim gitmesine de, zaman denen felaket yüzünden hiçbir dönüş aynı yere, aynı şeye, aynıya olmuyor ki. Filmdeki yaşlı papaz yerden göğe kadar haklı; Çember yuvarlak değildir / Zaman asla ölmez. O kadar ki şehirli de duvarına yazmış bu iki keskin cümleyi. O duvarın önünde bekledi Kirkov; gitmeyi. Basit bir gitmek değil. Gitmelerden çekip gitmek olanı. Kara kalplilerin kanlı fotoğraflar için verdiği ödülü başlarına çalarak hem de. Montunun sağ omzundaki yırtıktan başka hiçbir savaş izini yanında götürmemecesine; her ne kadar çember yuvarlak olmasa da onun gibi gidebilmeye, dönebilmeye imrendirerek. Keşke benim de sonum öyle olsa. Beni de yağmur yıkasa.
            Film bitene kadar sustu Edi. Hiç yapmazdı. Susmayı pek bilmez de. O’nun hiçbir anlamı olmayan tek sessizliği kolumdan çıktıktan sonraki sessizliğidir. Ölü gibi; ruhsuz, dilsiz. Neyin var Edi? “Böyle nereye kadar?”. Keşke sormasaydım. “Doksan iki yaşıma kadar yaşamak istemiyorum”. Ne olur Edi basitçe derdini söyle de filmden kalanlarla arama girme. “Derdim bu işte; beni susturman. Senden daha akıllıyım ama anlatan sensin. Aklımı çalıyorsun”. Peki bunun doksan iki yaşla ilgisi ne? “Rüyamda gördüm. Zaten ondan sonra anladım bana muhtaçlığını. Çok akıllı biriymişim. Şu filmdeki köye benzer bir yerde yaşıyorum. Herkesin aklı benimkinden azmış. Bana sormadan, benden akıl almadan hiçbir iş yapmıyorlar. Birden böyle kocaman bir ağacın altında uyuyan doksan iki yaşında biri oldum. Hastaymışım. Ağacın altı mahşer yeri. Köylüler beni doktora götürmek istiyor. Ama kalabalığın içinden çıkıp, buna izin vermiyorsun. Ağzını açın diye bağırıyorsun. İki kadın ağzımı yırtarcasına açıyor. Bakın diyorsun, süt dişleri çıkmış, yeniden doğuyor bu. Bırakın ölsün. Yoksa böyle daha çok muhtaç olursunuz bunun aklına diye bıdı bıdı konuşuyorsun. O an nasıl boğasım geldi seni anlatamam. Ama galiba hastalığım yüzünden biraz dermansızdım. Ayağa kalkamadım”. Öldün mü peki? “Lise kompozisyonu okumuyorsun, rüya bu. Nasıl oluyor bilmiyorum ama başka bir rüyaya gittim. Yani rüya değişti. Kara bir duvar, çocuklar, bir şeyler bir şeyler. Şimdi bunu boş ver. Derdimi öğrendin, de bakalım diyeceğini”. İyi ki ben senim Edi. “Kim kimin içinde onu da söyle”. Sen bensin Edi; iyi ki. Yağmur ne güzel yağdı değil mi? “Hem de üç kere”. Peki cehennem söndü mü?        


NOT: Film, Yağmurdan Önce;  Yönetmen, Milcho MANCHEVSKİ

Sözcükler Dergisi 59. (Ocak-Şubat 2016/1) Sayısında Yayımlanmıştır.