Yaşım on üçtü. Bir
merdivende, çenem dizlerimde oturmuş uzaklara bakıyordum. Uçsuz bucaksız sarı
tarlalar vardı o uzaklarda. Sonra güneş döküldü üstlerine, kızıla çaldılar. Öyle
mutlu, öyle mutsuz oldum ki ağlamaya başladım. Uzakların ulaşılmazlığı çok
güzeldi. Rüzgârın savurduğu toprak güzelle arama bir tül gibi gerildi. Puslandı
sarılar kızıllar. Tülün arkasında niye ağladığını bilmeyen bir ergen, berisinde
ise büyümeyi hiç ama hiç istemeyen ben. Çünkü on üçüncü basamaktan sonrası
cehennemdi.
NOT: Film, Yağmurdan Önce; Yönetmen, Milcho MANCHEVSKİ
O tozlu merdiven durmadan çağırır beni. Bu çağrıyı
duymadığımdandır sızı. Kemiklerim; geçmişe, bozkıra dökülen güneşe, yeniden
kendime dönmek için sızlar, sızlanır. Gitmeli; yüreğine sığmayan sonsuz bozkır
karşısında dolup taşan o ürkek kız çocuğu büyümüş mü görmeliyim. Değil sarılar
kızıllar, artık hiçbir renk karşısında esirmeyen kan dolu bir et yığınına dönen
tepeden tırnağa tüm bedenim aslına geri dönmeli. Artık on üçümde olmadığıma
göre, buna değer. Kararan göğün altında dolaşmaktan bıktım usandım. Yağsın
yağmur, yağsın da paklasın yeri, söndürsün cehennemi.
Bir Kirkov tanımak ister misin Edi? Kemikleri eve gitmesi
için yakaran bir Kirkov bu. Cehennemden kaçmaya uğraşan biri. Aslında kaçmak
değil, dönmek. Bir yere dönmek; birine, bir şeylere, bir nedene, bir anlama,
bir özleme, bir aşka, bir geçmişe, bir gençliğe; kutsal yatağa dönüp huzura
ermek. Ama bunların hiçbiri kucaklamıyor onu. Varış var ama kavuşmak yok. Çünkü,
büyüyüp anladığını zanneden biri için artık huzur erişilmezdir; sadece özlenir.
Zaman denen şeyin dünyanın üstünden geçerken sadece insana sokulup, onu toprağa
hazırlaması karşısındaki çaresizlik huzur vermez tabii. Uykuda bile. Bir film
seyrettik Edi’yle; Kirkov’u tanıdık. Sadece bu da değil. Çocuklara kurşunları,
delilere de silahları oyuncak kılacak kadar sıradanlaşan, günlük yaşamın içine
görünmez bir bulut gibi yayılıp o tekrarlardan biri haline gelen savaşı da
gördük. Hangisi daha önemliydi ya da önemsiz; bir fotoğraf sanatçısının acısına
tanık olmak mı yoksa savaşın artık evden biri gibi olması mı? Cevabı bahçeler
versin; mis gibi domates kokan huzurlu bahçeler. Film orada başlıyor; güzel,
sakin. Genç bir papazın elleriyle kırmızı domateslere dokunup, onun o sıcak
gülümseyişiyle toprağın cömertliğine, doğurganlığına taşarak coşarak minnet
duydum. Ama sonra bu toy, bu tanrıyla barışık, bu henüz aklını yüreğinden
ayırmamış, bu kırmızıyı doğadan tanımış, bu sesini tanrıya adamış papazın
yanına gelen yaşlı papaz, kararan
bulutları gösterip, o bulutların altında yağmurun başladığını haber verince
sorulara gerek kalmadı. Cevaplar zaten hep anlamsız. Meğer ne de pis kokarmış
dünya; bahçeler bile. Bu filmde yağmur üç kere yağmadı. Önce kararan bulutların
altında olacakları bekledi, savaşın bekçilerini; kin, nefret, öfke, kibir. Sonra
da sırayla sözcüklerin, yüzlerin, fotoğrafların üstüne yağdı. Çünkü hepsine kan
sıçramıştı. Kan suya karıştı, yağmur yeryüzünü yıkadı. Toprak arındı mı bilmem
ama kara bulutlar dağıldı, film bitti. Biz de bittik. Bir süre dilim pelte; ağzımda
kuruluk. Sen nasılsın Edi?
Bir kız çocuğunun çıplak ayağı bastığı yeri ne kadar
kirletebilir ki? Bedenine savaş virüsü girenler bunu iyi bilir. O ayakların
küçük izlerine kan doldurmaya yeminlilerdir de ondan. Oysa en fazla sevilir o ayaklar.
Onları gören aşka düşer; genç papazın gözünden baksana. Keşke sadece domatesler
kızarsa; güneşin altında sadece onların kızılı yansa. Toprağa bereketli meyveler
yaraşıyor; çocuk izleri bir de. Kan değil. Bunu anlamak için ille de Kirkov
olmak gerekmez. Onun gibi sanatçı olmak da. Sıradan biri anlayamaz mı savaşın
illet olduğunu; irinli, bulaşıcı, ölümcül. Bu filmde anlayamıyorlar. Küçük bir
köyü cehenneme çevirmeyi oyun biliyorlar. Bu oyunu oynamak istemeyenler ise
eline silah tutuşturulan köyün gerçek delisinden daha deli sayılıyor. Zaten
akıllı olsalardı; veterinerin de dediği gibi; bu tımarhanede ne işleri vardı.
Bir fotoğraf sanatçısı, bir âşık genç papaz, bir kızıl saçlı çıplak ayaklı kız
çocuğu, bir de veteriner; deliler. Çünkü savaşa değil, hayata meyilliler;
diledikleri gibi yaşamaya. Sanatçı arınıp yeniden doğmayı, papaz aşkını
doyasıya yaşamayı, çocuk çocukluğunun salıverilmesini, veteriner ise ellerine
bulaşan kanın temizlenmesini diledikleri için sığamıyorlar köye;
sığdırmıyorlar. Savaşanlar. Dünya bit kadar. Bu bit kadar yerde bir de geniş
geniş oturan duacılar var; sadece yiyen içen dua eden, içeriden seyreden. Kısacası,
filmdeki haliyle şöyle: kilisede ayin var, dışarıda savaş; kilisede papazların
tılsımlı sözcükleri var, dışarıda ise kaplumbağayı ters çevirip ateş çemberine atan
çocuklar; bir kilise var bir de dışarı. Bu ikisi birbirinin işine yaramaz ne ki
bir çıkar yoksa. Yaşlı papaz yağmur kokusunu aldı. Kötü şeyler olacak.
Koyun otlatmıyor da adam vuruyorlar. Koyun otlatan adam
mı oluyor; silahla olunuyor. İç savaşın ince damarı köyün üç beş erkeği var
zaten; onlar da adam. Silahlı; güçlü tabii. Saygı gösterilesi. İç savaşın
yumuşak karnı köyün üç beş kadını var zaten; onlar da yaslı, kapalı. Duvarlar
içine, kendi içlerine tabii. Savaş yası onların payı. Herkes payına düşenle ne
edeceğine kendince karar veriyor; aklının, yüreğinin, yaşadıklarının çeşidiyle,
ağırlığıyla. Bir de tabii çevresiyle; şartlar. Kirkov taraf olmanın saçma olduğuna
karar verip, dönmeyi seçiyor örneğin. Dul Hana; Kirkov’un gençlik aşkı;
kaybolan kızından vazgeçmemeyi. Diğerleri; filmde olmayanlar peki? Kimi
seyretmeyi, ah vah etmeyi; kimi üretmeyi, ürettiğine sanat demeyi; kimi
bilmemeyi; kimi sadece uyumayı, susmayı, susturmayı; kimi kazanmayı, sıradan da
olsa arsızca iştahla yaşamayı. Bir de kimileri yazmayı; sıradanlığın köküne
kibrit çakmıyorsa çöp, çöplük. İnsan bu; savaşı kim bilir hangi cehennemde
uyurken yeniden hortlatmayı da seçer. Köyde, şehirde fark etmez. Ekinde, bağda
bahçede, sürüde değil de bir restoranın loş ışıklı masasında neden olmasın? Ama
biz şehirlerde yüksek kültür üretiyoruz. Haydi oradan. Öyleyse o adam nasıl
patlattı silahını? Kişisel şiddet mi? Savaş da fazlasıyla kişisel değil mi?
Şarap eşliğinde, sorunlarını neredeyse fısıldayarak çözmeye çalışan çifti o
derece terbiye eden medeniyete imrenirken etrafa saçılan kandan midem bulandı
ama daha çok medeniyetin ikiyüzlülüğünden. Bir yüzü insan aklının muhteşem
tarafı; diğeri dibi, balçığı, karanlığı. Ölenden özür dilenir mi? Var üstüne
ağla. İstediğin kadar ağla. Kocasından zaman dilenen kadının ellerinde
parçalanmış bir yüz; bitti. Yaşayacağı günlerin içinde karşısında oturan adamın
olup olmayacağına karar vermek için biraz zaman; artık sonsuz. Kocan öldü.
Köydeki dul kadınların acılarına hoş geldin. Savaş her yerli.
On üçüncü basamakta uzun uzun oturmak istedim. Çünkü o
sırada doğa bile benden yanaydı. Tüm güzelliğiyle karşımda öylece duruşundan
belliydi bu. Ama sonra ne oldu da düşman oluverdi; bütün fırtınalarını bana
kopardı, sağanak yağışlarını bana yağdı, dağını taşını üstüme yığdı, beni yok
saydı. Sanki ben istedim ayağa kalkmayı, öbür basamakları çıkmayı. Büyümek
beter şeymiş. Her şeyi anladığını sanıp, bin kere anlamadığının budalalığıymış.
Belki de güzel olanla bu yüzden ayrı gayrı düştük. Akıl baliğ olduğunda,
güzelin güzel olduğunun farkına epey varınca tadı tuzu kalmıyor hayatın. Anlam verdiğim
için; fazlasıyla anlamlı kıldığım için. Yavan tat; tat bile değil. Oysa
oradayken yani tozlu rüzgârda, o sadece oydu; güzel. O kadar. Adsız, benim
anlamlarımdan bağımsız, varlığıyla var olan. Güzelim, gençliğim, gençliğimin
gözüyle gördüklerim; söyleyin neredesiniz? Gideceğim gitmesine de, zaman denen felaket
yüzünden hiçbir dönüş aynı yere, aynı şeye, aynıya olmuyor ki. Filmdeki yaşlı
papaz yerden göğe kadar haklı; Çember
yuvarlak değildir / Zaman asla ölmez. O kadar ki şehirli de duvarına yazmış
bu iki keskin cümleyi. O duvarın önünde bekledi Kirkov; gitmeyi. Basit bir
gitmek değil. Gitmelerden çekip gitmek olanı. Kara kalplilerin kanlı
fotoğraflar için verdiği ödülü başlarına çalarak hem de. Montunun sağ omzundaki
yırtıktan başka hiçbir savaş izini yanında götürmemecesine; her ne kadar çember
yuvarlak olmasa da onun gibi gidebilmeye, dönebilmeye imrendirerek. Keşke benim
de sonum öyle olsa. Beni de yağmur yıkasa.
Film bitene kadar sustu Edi. Hiç yapmazdı. Susmayı pek
bilmez de. O’nun hiçbir anlamı olmayan tek sessizliği kolumdan çıktıktan
sonraki sessizliğidir. Ölü gibi; ruhsuz, dilsiz. Neyin var Edi? “Böyle nereye
kadar?”. Keşke sormasaydım. “Doksan iki yaşıma kadar yaşamak istemiyorum”. Ne
olur Edi basitçe derdini söyle de filmden kalanlarla arama girme. “Derdim bu
işte; beni susturman. Senden daha akıllıyım ama anlatan sensin. Aklımı
çalıyorsun”. Peki bunun doksan iki yaşla ilgisi ne? “Rüyamda gördüm. Zaten
ondan sonra anladım bana muhtaçlığını. Çok akıllı biriymişim. Şu filmdeki köye
benzer bir yerde yaşıyorum. Herkesin aklı benimkinden azmış. Bana sormadan,
benden akıl almadan hiçbir iş yapmıyorlar. Birden böyle kocaman bir ağacın
altında uyuyan doksan iki yaşında biri oldum. Hastaymışım. Ağacın altı mahşer
yeri. Köylüler beni doktora götürmek istiyor. Ama kalabalığın içinden çıkıp, buna
izin vermiyorsun. Ağzını açın diye bağırıyorsun. İki kadın ağzımı yırtarcasına
açıyor. Bakın diyorsun, süt dişleri çıkmış, yeniden doğuyor bu. Bırakın ölsün.
Yoksa böyle daha çok muhtaç olursunuz bunun aklına diye bıdı bıdı konuşuyorsun.
O an nasıl boğasım geldi seni anlatamam. Ama galiba hastalığım yüzünden biraz
dermansızdım. Ayağa kalkamadım”. Öldün mü peki? “Lise kompozisyonu okumuyorsun,
rüya bu. Nasıl oluyor bilmiyorum ama başka bir rüyaya gittim. Yani rüya
değişti. Kara bir duvar, çocuklar, bir şeyler bir şeyler. Şimdi bunu boş ver.
Derdimi öğrendin, de bakalım diyeceğini”. İyi ki ben senim Edi. “Kim kimin
içinde onu da söyle”. Sen bensin Edi; iyi ki. Yağmur ne güzel yağdı değil mi? “Hem
de üç kere”. Peki cehennem söndü mü? NOT: Film, Yağmurdan Önce; Yönetmen, Milcho MANCHEVSKİ
Sözcükler Dergisi 59. (Ocak-Şubat 2016/1) Sayısında Yayımlanmıştır.