8 Eylül 2016 Perşembe

ÇÖLÜN DÖRT MEVSİMİ


            Acı. Hıçkıra hıçkıra ağladım. İnsanın şaşmaz tik taklı oyuncağı içinde sıradan dakikalardı; yürüyordum. Henüz yoktu; acı. Uzun bir yol. Başım gözüm, elim ayağım, bir de ben, tamamen ona aittik; yola. Gitmekle bitmeyen, bittiğini bildirmeyen bu yolun yolcusu olarak onu arıyordum; anlamı. O ki göğsüm üstüne çöken, başım içindeki kıymetliyi tarumar eden, nefesimi değersizleştiren; anlam, onun arayışı. Yolcu olmama neden. Yukarıda ne vardı; bilmiyorum. Aşağıda ne olacak; yol. Sağım solum; kafes. İki yanımda kafesler; gördüm ki ne gördüm. Hiç bakmamış, bakıp görmemişim meğer. Arayış acı, anlam bilinmez oldu. Çünkü kafeslerde yüce gönüllü, iyi akıllı, geniş ufuklu hayvanlar vardı; bunlar sözüm ona sahip oldukları. İnsan. İnsanlarmış. Kafeslenen yolcular. Bacalı, tüten; yemekli, aş pişen; pencereli, ışık göstermeyen; kapılı, yol vermeyen bu kafeslerin arasında durdum. Acının beni kendine alma hazırlığıydı bu. Bekledi. Bekletti. İki elim arasındaki başımı kafeslere salmamı; hani insanlarmış ya! Çöktüğüm yerden kalmamı; hani yol bilmeyen yolcularmış ya. Ayağa kalktım, başımı yukarı kaldırdım. Bir kafesten yüzüme değen çocuk gülüşüyle içine girdim; acının. Aldı beni; acı. Çünkü pencereden bana gülümseyen küçük kızın yüzünden anladığım şuydu; bilmiyorlar. İnsanlarmış. Kafeste olduklarını bilmiyorlarmış. Arayışın canı cehenneme; anlam neredesin? Ağladım. Yolun ötesi; yol, yol, yoldu. 
            Çölün ötesi; çöl, çöl, çöl. Bir dağa bakıp ardında ne olduğunu ölesiye merak edenlerin kara yazgısı hayal kırıklığı. Varım ama nerede, niye? Dağın ardında neyi bulmayı umdum da bu yazgının oyuncağı oldum. Sor sorabildiğin kadar ne ki vardığın yer, geldiğin yerin aynısıysa. Cevap yok. Katlanılmaz bir sonsuz döngü; sahi sonsuz mu? Bir çöl, çölde yanan zaman, onun savrulan küllerinin üstüne yağdığı kafes; değerli sanılan ömrün sonu. Çöl; sonsuz. Zaman; bilincin kurgusu. Kafes; varlığım. Üçünün içinde iç içe, acıyla kıvran dur. Aşktan, ölümden, aklından kurtul; elinden geldiğince, mümkünse. İnsanım, kibirden olmayım. Olmalıyım da. Yoksa nasıl taparım aklıma; ey çöl varım ben, ey zaman varım. İstersem kafesimi de yakarım.
Böyle bir filmdi işte Edi. Seyretmekle değil, içine girmekle baş edebileceğin bir anlam kuyusu; ama karanlık değil. Sarı toprak, katmer katmer, savrulan; mavi yeşil deniz, sessiz, nefessiz, kılıçla dalgalanan; ışık, sızan, kaçan, yansıyan; çiçek, şeftaliyi doğuran, adı kadın olan; insan, varlığında hapsolan, unutmaya çalışan, unutamayan; acıyla içilen şarap, kırmızı; kinle intikamla sallanan kılıç, kırmızı. Tüm bunların arasında, üstünde, içinde de aşk; duman gibi, is gibi, sis gibi, varken yok gibi, gizli, gizemli. Bu kuyunun ağzından aşağı bakıp kendimi görmeyi umuyorum. Oradayım. Yansıdın Edi. Oradasın. Yoksa sen de mi seyrettin bu filmi? Bir daha ama bu sefer birlikte seyredelim mi?
Bahar. Hep gelir. Onunla birlikte bir de dost. Aynı dost. Kendini çöle sürgün etmiş aracının özgür dostudur bu; filmin sonunda sadece onun değil aynı zamanda bir başkasının da dostu, sırdaşı olduğu anlaşılan. O bir başkası ki aracının unutmaya uğraştıkça aklından çıkmayan, sürgün olmasına neden olan. Bu bahar hep gelen bahardır ama bu defa çiçeklerinde, nemi yavaş yavaş çekilen toprağında, o tatlı rüzgârında, ılık ılık saran sıcağında sanki bir şey gizlidir. O gizle serilir çölün üstüne. Bu örtüyü kaldırıp altındakini gösterecek olan tek kişi aracıdır. Çünkü o bir uğraktır. Yol üstünde bir kafes. O kafese girenlerin biricik varoluşlarından ona düşen demi tattırdığı; anıların aktaranı, anlatanla dinleyen arasındaki uçurumda durup gerçeği anlamaya çalışan bir anlatıcı; masala, şiire, oyuna, öyküye dönen insan hallerinin durağı olduğu için aracıdır o. Yoksa kiralık bir katil mi? Paragöz, acımasız, soğukkanlı. Her kim olursa olsun baharın örtüsü altında gizleneni gösterdiği ama ondan da öte tutsağı olduğu bilinç- bellek celladıyla barıştığı için çöle karşı dimdik durandır o aynı zamanda. Belki de bu mağrurluğu izin vermemiştir dostun getirdiği şaraptan tatmasına. Örtünün altındaki aşk, aşkın kamburu acı. Kamburu sırttan kesip atmak gerek ne ki eller oraya uzanabilse, maharete erişebilse. Aracının ellerinde maharet vardır var olmasına ama o kamburunu çok sever. Aşk; acı. İstese de kesip atamaz. Çünkü unutmak istedikçe inat eder cellat. Öyleyse bir şeye sahip olamadıysan onu unutmaya çalış ki o şey hep senin olsun. Bu sözlerin ustası aracıdır; cümlenin sahibi. Şarap; gizemiyle dostun heybesindedir. O bilmese de, aracıya aşkından hediyedir. Dionysos gibi yeniden doğmak için içmeli. Cellada kafa tutan kızıl su. İç, unut. Geçmiş dertten başka nedir ki? Her gün yeni bir gün olsun diye iç. İkiliğin tatlı suyu; esirmenin, sarhoşluğun, unutmanın; şarap. İçmedi. Bir başka aşığa içirdi. Aşkına karşılık bulamadığı için aracının acımasızlığına sığınan âşık; bir prenses, bir prens. Aynı bedende iki insan; ikilik, çelişki, bir ben var bende benden içeri, altı üstü hepsi ben ya da bir diğeri mi…İçindeki erkek sesi intikamla, kadın sesi aşkla yanan Murong. O seslerden biri güçlü, başına buyruk, kibirli; diğeri çocuksu, acılı, yakarış dolu. Aracı, Murong Yin ile Murong Yang’ın yani prensle prensesin aynı kişi olduğunu kuşların şahitliğinde anladı; Yin-Yang ikiliği ya da tekliği. Şarabın yardımıyla tabii. O kuşlar ki kafeslerinde ışık saçarak yarenlik etmekteydi. Aracı ile Murong büyük kafeste; kuşlar kafes kafes içinde. Sonra bilinç-bellek celladıyla yatağa girdiler. Dört kişiydi; anda varolan iki beden, akla yapışmış iki hayalet. Murong aracının tenine değil, karşılıksız aşkınınkine dokundu. Aracı ise teninde ağabeyiyle evlenen kadınının elini hissetti. İşte bu yüzden cellatsın sen, anda yeniden dirildiğin, ânı zehir ettiğin için; ah bellek, ah bilinç, ah bellek…. Gitti Murong. Aşkının acı çığlığını çöl rüzgârına teslim edip gitti. Varlığı efsaneye döndü. Kendi yansımasıyla talim eden bir kılıç ustası efsanesi; Yin-Yang Murong. Bir daha görünmedi.
Yaz. Yine geldi. Bir ağacın altına yuvalandı intikam. Ter içinde, nöbette. Aracıya gelen fakir kızın öyküsündedir sıra; sonra kör dövüşçüde, şeftali çiçekleriyle hasret gidermede…Bir sepet yumurtayla, çeyiz diye verilmiş katıra gönül indirecek bir kılıç ustası elbet geçer oralardan. Aracının parasız olduğu için geri çevirdiği köylü kızı, ağabeyinin katillerinden intikam almaya kararlıdır. Sırtını dayayacağı tek şey ise ağaçtır. Çöl sıcağı caydırmaya uğraştıkça arka çıkar kıza, gölgesini sunar. Yumurtalar, katır, ağaç; sabır içinde. İntikam, kızın yüzü; inat içinde. Ona yardım edecek dövüşçü gelene kadar artık o da aracı gibidir; insan hallerinin şahidi. Kör dövüşçüyü, dövüşenleri, yardım isteyen köylüleri görür. Gören iken görülen de olur; unutulamayanın temsiline döner. Oraya öldürmeye geldiğini söylese de aslında ölmeye gelmiş kılıç ustasının karısı oluverir, bir de aracının kadını; belleğin hayaleti ağacın altındaki kızın bedeninde. Kör dövüşçü dostuna âşık olmuş karısına köylü kızın dudağından veda eder. Yumurtalar kırılır; gözyaşı. Kırık bir kalbin yanında yumurtanın lafı mı olur? Çöl sarısının perdelediği bir dövüşle edilen intiharla artık o da kalmaz; ne kırık bir kalp ne de bir türlü unutulamayan şeftali çiçekleri. Kılıcın kestiği yerden ılık ılık akar gider acı; aşkın kamburu. Elveda karım, başkasının aşkı; şeftali çiçeğim…
Güz. Yazdan sonra geldi; kıştan önce, her zamanki gibi. Kafesin yeni misafiri garip biri. Ayakkabısız bir dövüşçü; aç kılıç ustası. İstediğin kadar parlat kılıcını yine de parlamaz ne ki o kılıcı taşıyan bedenin çulsuzsa. Bir değer biçilecekse şu ahir zamanda insana, ille de gözün gördüğüyle; bir parça bez, biraz renk, en pahalısından örtünmek gerek. Ayakkabılı bir kılıç ustasıyla ayakkabısız olan arasındaki fark; fiyat. Aracının köylüye pazarlayacağı usta, çıplak ayaklı olmamalı yoksa ucuza gider. Hatta gitmez bile. Ye kürküm ye. Yedirmek için önce giydirmek şart oldu. Çölde çürüyen bir cesetten bir çift ayakkabı ödünç alındı. Ödünç tabii. Ömür gibi. Bir ölü ayakkabı istemez ama ekmeğini kandan kazananın ömrü her an onun yerini alabilir. Bir ayaktan diğer ayağa gider gelir ayakkabılar. Neyse ki bir yumurtaya bir parmağını verir de bu garip dövüşçü, diyetini öder ayakkabının. Ömrününki başka güzlere… Karnı tok, ayakkabılı ama bundan böyle dokuz parmaklı dövüşçü ağacın altındaki intikam ateşine döktüğü suyla; kendince nedenlerden dolayı; arınmıştır. Peşine düşen, kovsa da gitmeyen, sabırla bekleyen karısıyla; onu anlayan, tanıyan, hatta kimi zaman o olan şeftali çiçeği; çeker gider. Bu sevimli çift giderken cellat yine oradadır. Aracının gözlerinde bir çift kıskanç bakış oluverir; bir de içinde yanan özlem. Dile gelir hafıza; şan, şeref, şöhret için gittim, döndüğümde kadınım ağabeyimin karısı olmuştu. Yeniden yalnız kalır aracı. Artık köylü kız da yoktur. Dağın ardındaki bilinmeyene tutunan varlığını her zamanki gibi koyar yerine; kafese.
Kış. Döngünün puslu yüzü. Gelir. Diğerleri gibi sırasını hiç şaşırmadan; hep gelir. Zamanın sonsuz uykusu; ölüm. Aracıyla kadınının ortak dostu üst üste iki bahar uğramaz çöle. Sonra öğrenir aracı; kadını iki kış önce ölmüştür. Celladın varlığı uçuruma yuvarlanır. Sonrası bomboş; boşluk. Aracı ne yapacağını bilir. Çöl rüzgârına veda edip şarabı içer. Aslında cellat da ölsün diye değil, yeniden dirilsin diye belki. Çünkü kadının ölümü, aracının dört elle sarıldığı aşkın ölümüdür; kambur kanar. Oysa o aşk celladın(bellek-bilinç) hayaletinden başka bir şey değildir. Ama zaten o hayale tutunmuştur varlığı; hayatı. Şaraptan umduğu onu değil, gerçeği unutturmasıdır. Gerçek ölümdür; kadının ölümü. İçtikten sonra hayata yeniden başlamak; celladıyla birlikte tabii. Dağın ardında onu bekleyen bir kadın olduğunu bilmek; hep bilmek ister. Çünkü ölüler beklemez. Kafesini yakar. İçinde yanan masalların şiirlerin öykülerin yani bilmenin, hatırlamanın külleri çöle yağar. Zaman artık bu andır. Çölden çıkar gider aracı…
Bir rüya görmedim Edi. Umarım sen de görmemişsindir. Kahrolasıca rüyalar. “Kendine bu kadar kızma”. Anlayamadım. “Sen varsın ki rüya da var. Rüya da elin kolun ayağın gibi bir parçan; organın”. Rüyalarım mı anlamsız yoksa ben mi çok mutsuzum bilemiyorum. Kuşlar, kelebekler; çiçekler, börtü-böcekler aklımın karanlık tarafınca yok edilmiş. Rüyalarım bu karanlığa teslim olmuş. Ben ise mecburen uyuyorum; rüya görüyorum. Rüya körü olsaydım keşke. Hani hiç rüya görmediğini zannedenler gibi; hatırlamazlar, anlatmazlar. Dediğin gibi bir organımsa rüya; bu organım hasta Edi. Yoksa bu kadar fenalık edemezdi bana; karanlığımı bıkmadan göstermek…Ağrıyor, ağrıyor. Rüyam çok ağrıyor Edi. Uyanıkken neyi yanlış yapıyorsam artık, uyurken durmadan ağrıyor; rüya, rüyam. “Kes at. Yani keşke öyle olsa. Çok iç içeyiz biz; sen, ben. Bu yüzden yardım edemeyeceğim. Çünkü senin baktığın yere bakıyorum ben de; üçüncü göz yok”. Öyleyse anlat. “Rüyamı anlatmayacağım. Ama filmdeki atlı-kadınlı-ışıklı sahnenin erotizmi, tüy hafifliğindeki bir titreşimle baştan ayağa ele geçiriyor beni”. Abartma Edi. “O kadar ki uyanık olduğum halde rüya görüyorum. Şeftali çiçeği atın sağrısında açıyor; rüya. Kadın ona dokundukça tabii. Gözyaşı bile güzeldi; ışıl ışıl, ışık içinde”. Sen sayıkla; dinlemiyorum Edi. Ama bahsettiğin sahnenin güzelliğiyle büyülendiğimi söyleyebilirim; titreşimsiz tabii. “Alay etme benimle. Murong gibi kılıcım yok ama ben de seninle talim edebilirim; aklımla tabii. O, suda gördüğüne kılıç sallarken acaba Yin miydi, Yang miydi? Sudaki akis kimdi? Unutma ben senim; sendeki diğeri. Bu yüzden vurduğun yere dikkat et çünkü kılıcın şakası yoktur. Murong karşılıksız aşkını içinde öldüremediği için gitti aracıya; hatırası ölmüyorsa gerçeği ölsün. Ama ondan da vazgeçti. En iyisi kılıcı kendine sokmaktı; sudaki aksine. O akis Murong’un kamburlu olanı; acıtan, hatırlayan, acıtan. Ölüm yoksa şarap var. Ölüm öyle güzel bir boşluk ki içinde ne aşk var ne de acısı. Ölmedim ama öyledir diye tahmin ettim. Peki kör dövüşçü gibi düşemediysen o güzel boşluğa? Tanrına sığın; Dionysos. İç şarabı, unut acıyı. Öldüren, zaman yakan, akla kafa tutan; ey aşk. Kör kuyulara düşesin emi”. Seni kolumdan çıkarmadan önce son cümlene hak verdiğimi kanıtlayayım Edi; Düşsün de onu bulmak için böyle filmler çekilsin; Zamanın Külleri. Üstümüze yağan…


NOT: Film, Zamanın Külleri;  Yönetmen; Wong Kar-wai

22 Nisan 2016 Cuma

İSPANYA'DA BİR KOVBOY

           Uyudum uyandım. Uyudum uyandım. Uyudum uyandım. Uyudum uyandım. Uyudum uyandım. Hemen sıkıldın. Devam et. Uyudum uyandım. Uyudum uyandım. Uyudum uyandım. Uyudum uyandım. Bu kadar da değil mi? Ne kadar peki? Hayatın ne kadar? Uyudum uyandım. Uyudum uyandım. Bunun arasında ne kadar? Uyudum uyandım. Uyudum uyandım. Uyudum uyandım. Uyudum uyandım. Uyudum uyandım. Ne oldu? Okumasına gelince bıkıyorsun. Yaşaması daha mı kolay; bıktırmıyor mu? Yaşaması. Uyudum uyandım arası; dolmuyor mu? Uyudum uyandım. Uyudum uyandım. Uyudum uyandım. Uyudum uyandım. Tamam anladım tamam. Anlamak; bunu isteyen kim? Uyudum uyandım. Uyudum uyandım. Uyudum uyandım. Dur bir dakika. Durmam; çünkü durmaz. Uyudum uyandım. Uyudum uyandım. Uyudum uyandım. Yılan sırtında bir kuş. (Ha gayret) Bülbülün şarkısını söylüyor bataklıktaki boğaya. Ben ise ölüm olmasın diye, bir o çiçeğe, bir bu çiçeğe. Ulaşmalı ölümsüzlük çiçeğine. Ölüm boğa, yılan zaman, söylemek yetmez kanatlan. Aklımın içinde kuş sesleri; artık kanatlarım var… Hayal gücü. Düz çizgi kırıldı. Kırdın. Çok şükür. Yoksa bütün hayatın; uyudum uyandım.
            Boş bir kâğıdım vardı; bir de ben. Önümde bembeyaz bir boşluk. Arkadaşlarım yazıyordu. Herkes kendi kâğıdına; kendince. Kürsüdeki takım elbiselinin emriyle; acaba ne? Bekledim. Sözcükleri değil. Ne olursa olsun yazmayacağıma göre elbette onlar değildi beklediğim. Ben, bana özel emri bekliyordum. Neyse ki geldi; evladım etrafına bakma da yaz. Sizin söylediğiniz konuda yazmak istemiyorum. Boş kâğıt vereceğim. Bir emir daha; yaz. Peşi sıra tehdit; yoksa basarım sıfırı. Tek söz etmeden cevap verdim; eylemle. Boşluğun en beyaz yerine adımı, soyadımı, numaramı yazıp takım elbiseye iliştirdim kâğıdı beni bir iyice bilsin diye. Çok kızdı. Bağırdı. Anlayacağını hatta ondan da ileri, bana notlar üstü kıymet vereceğini zannederken öyle yaptı ne yazık ki. Oysa istediği kompozisyonu yazmamıştım ama kâğıdımda önemli bir şey vardı; ben. Sınıftan çıkarken arkamdan seslendi; seni köpek seni, ne yapmaya çalışıyorsun? Hayal gücümü kullanıyorum. Emriniz arkadaşlarımın ellerinde demir kesiyor ama bu da benim hayalimdi öğretmenim; size itiraz etmek. Çıktım. Yanaklarım yanarken, dudaklarım onlara doğru kaymıştı. Yaşayan bilir; müthişti.
            Gel Edi. Başlayalım. Seyrimize. Başladı, bitti. Yazınca ne kolay! Kabul etmesi bile. Başlar, biter; her şey. Bu kadar. İkisi arasındakine; sürece, sürene ne denir? Ömür mü? Büyüklenmek boşuna. Bir adres yeter hatırlamaya ya da yüzleşmeye; mezarlık. Sadece çürüyeceğim için değil, istisnasız herkes çürüyeceği için kibirlenmem soytarılık; büyük kim? Sonun, sonlusun; ölüm. Büyük değil, sadece bir avuç toz ile topraksın. Filmin şarkısı bunu söylüyor; dinliyoruz. Hani hayal gücüne güzelleme olan film; kontrol limitlerini bu güçle aştıran. Kontrol. Limit. Zorlamalı; iyice zorlamalı ki gerçek gücün ne olduğu, kimde olduğu ortaya çıksın. Kovboy bu yüzden görevde. Film:
            Sokakta oynayan çocuklara sormalı kim kimdir neyin nesidir diye; çocuktan al haberi. Yalnız adam bir gangster değildi, onlar bu bilgiyi iyice netleştirdi. O hınzır meraklarıyla düştüler peşine; güle oyna, birbirlerini ite kaka. Sordular; sen Amerikan gangsteri misin? Öğrendik, daha doğrusu emin olduk; değilmiş. Öyleyse kim bu yalnız adam; diğer filmlerdeki yalnızlara hiç ama hiç benzemeyen? Kendini gizleyen biri; gizemli. Yalnız adam kontrollüydü; fazlasıyla. İradesinin limit çizgisine varasıya. Görevini yerine getirene kadar onu güçsüz kılacak, zor durumda bırakabilecek bedenine hükmederek; konuşmak yok; uyumak, sevişmek, çok yemek yok. Özdeşlik kurmak şöyle dursun, kim olduğunu bile anlayamadım; varamadım kendisine. Anlayabilmek için benzetmekten başka yolum kalmadı. Kovboy. Kasaba barından meydandaki kafeye, bira köpüğünden espresso köpüğüne, gün batımında at sırtında gidişten o kararlı yürüyüşe geçiş; işte size İspanya’da modern bir kovboy. Şapkası, atı, çizmesi, mahmuzu, silahı yok ama o meşhur spagetti western filmlerindeki kovboylar gibi gizemli bir yalnızlığı; delici, kararlı bakışları var. Neye kararlı; özgürlüğe. Havaalanında gerçekleşen bir değiş tokuş; kendimi verdim, kovboyu aldım. Film orada başlayıp orada bitiyor. Görev; takım elbiseli, ayakkabılar boyalı, limit zorlamalı. Özgürlük; eşofmanlı, spor ayakkabılı, limit aşıldı. Sonra yeniden değiş tokuş; özgürlüğümü aldım yani kendimi, kovboyu verdim. Böylece görev tamamlanmış oldu. Havaalanından çıkış; film bitti. Yalnız adam giderken arkası dönüktü ama eminim ki dudakları yanan yanaklarına doğru kaymıştı. Müthiş.
            İspanyolca biliyor musun? İspanya’da bu dilde anlatır, anlar insanlar; ana dil. Kovboy başını iki yana sallar, hayır der. Öyleyse küresele geçelim. Dünyayı sözüm ona sınırsızlaştırıp dilde birleştirene; İngilizce. Bu dille ne kadar da evrenselizdir; küresel. Kapitalizmin ana dili; can you speak english. İspanya’da bile. Bile mi? Her yerde. Dil mi kültürden çıktı, kültür mü dilden; yumurta tavuk yumurta. İspanya’da İspanyolca konuşmadan yaşanır ama güdük kalınır; kültüre. Kem küm gider hayat. Önemli mi? Ne de olsa insanlığı kem kümden, elin dilini keke keke ederek ağzımda dilim şiştilerden kurtaran, çok şükür başka dile muhtaç ettirmeyen bir dil var zaten. Ama ille de kültür; yerelin rengi. İşte o renk için soruluyor aynı soru kovboya her buluşmada, kapitalizmin ana diline başkaldırı olarak; İspanyolca biliyor musun? Bilmiyorsun! Peki, bir ihtimal müzikle ilgileniyor musun? Hayal gücüne can verecek, seni bu güçle duvarların içinden geçirecek bir şeye ilgin var mı; bir ihtimal de olsa, var mı? Gitarlara, bohemlere, felsefeye, sinemaya, moleküler bilime…
            İspanyolca bilmeyebilir ama diller üstü bir şeye sahip olabilir; onunla anlayıp, anlatabilirsin. Sanat, bilim, felsefe. Bu kıymetli sahiplik için ise ihtiyacın olanı biliyorsun kovboy; hayal gücü. Sende bu güç yoksa güçlenir; paranın sahibi. Hani film boyunca kendisi değil ama kara gölgesi seni izleyen korkak; kara takım elbiseliler, başını ne zaman göğe çevirsen gördüğün helikopter. Ses geçirmez duvarlar arasında saklanan cismidir; yanıltmasın seni. Ruhu her yerdedir namussuzun. Hatta o kadar ki artık dünya onun ruhuyla dönüyor; büyük sahip. İşte görevin: bu bencil, bu zalim, bu hain sahibi; bir adı da kapitalizm mi acaba; yok etmek. Öyle bir kara takım elbiselinin cismani gidişi ile dünya kurtulmaz mı? İyi öyleyse, otur oturduğun yerde; uyudum uyandım, uyudum uyandım…Sendekinin ne olduğunu hiç bilme; korkağa boyun eğ. Korkak tabii. Elini kolunu sallayarak oradan oraya giden sensin. Bir de ona bak; duvar duvar içinde, kapısında eli silahlı kırk koruma. Sendeki; düz çizgiyi kıran. İşte yöntemin; kontrol limitlerini zorlamak. Zalimin zulmü varsa senin de bir bedenin var. Hani en büyük zayıflığı mükemmel işleyişi olan beden; uyku ister, yemek ister, seks ister, ister de ister. Sahibin pazarı bunlarla dolu. Varsın dolu olsun ne ki kovboy bedenine irade zırhını geçirdiyse. Pazarın gücüne karşılık, üst kontrol limitinde bir iradeyle donanımlı hayal gücü. Haydi yola çıkma zamanı; görev büyük. Rota; kibrit kutularında. Kutular; sanatçının, bilim insanının, filozofun elinde. Özgürlük ise haberin yok ama; sende. Sadece sende.
            “Gitar telini unutmuşsun. O tel ki…”. Sus Edi sus. Açık verme. Biliyorum o tel ki! Ama bırakalım da seyredip görsünler. Kovboyumuzun büyük sahibin kalesine yaptığı kısa ziyaretin sonucu: Ey kapitalizmin acımasız, cahil, kara gücü; duvar içine değil, her fani gibi bir avuç toz ile toprağa. O kadar. Arapçası şiir gibi, İspanyolcası şarkı; çaresizlik içinde inkâr edilen. Son adres. Bu arada kapitalizmin kalesini gösteren krokinin bir Arap’ın elinde olmasına ne demeli; kaderin cilvesi. Daha doğrusu yanlış hesabın Bağdat’tan dönmesi. “Biliyorum; susmam gerek. İçime işleyip anlamak için susmak… Ama filmin biz kibirli insanlara hatırlattığı o nihai adres rüyamı düşündürttü. Mezarlık; ürperdim.”. Sakın anlatma. Filmle arama girme. Git de suya anlat seni ürperten rüyanı. “Suya karışıp, aksın gitsin diye mi? Ama ben ondan kurtulmak istemiyorum ki; korkunç bile olsa, ürperten, delirten, uykumdan hiç gitmeyen. Benden habersiz bende ne olup bittiğinin kılavuzu; rüyam. Ne olur anlatayım da anlayalım beraber; beni. Su sesine değil insana muhtacım; onun diline”. Yalvarma Edi. Anlat, dinliyorum. “Güvercin dolu karanlık bir odada oturuyorum. Karanlık dediğime bakma; kapkara değil. Oturduğum somyanın tam karşısında tahta bir kapı, onun bir adım ötesinde solda bir de pencere var. O pencereden mavi bir ışık vuruyor yerdeki güvercinlerin sırtına; sesleri uğultu. Yer pislik içinde; kuş boku. Başım, dizlerim üstüne kitlediğim kollarımda; gözüm kapıda. Güvercinler mavi ışıkta yüzüyor; sırtları kıpır kıpır. Yer kokuyor; burnumdan beynime leş gibi. Gözümü kırpmadan, hiç kıpırdamadan bakıyorum. Ara ara nefesimi tutarak hatta. Meğer seni bekliyormuşum. Önce pencereye dayadın yüzünü, iki elin yanaklarında siper; içeri görünmedi. Göremedin beni, güvercinleri, mavi rengi. Kapıdaydın. Yumrukladın. Sonra bağırdın; aç kapıyı. Bakıyordum sadece. Bağırmaktan, yumruklamaktan yorulduğunda bir sessizlik oldu. Güvercinler bile susmuştu. O kadar ki kulaklarım mavi ışığın sesini duydu. Sonra yırtıldı sessizlik; diş bileyen gıcırtı. Kapı duvara yaslanana kadar işkence. Açık kapının boşluğunu dolduran ay ışığında kapkara dikiliyordun. Eşiği geçtin. Ama sonra bir adım bile atamadın; güvercinler. Yüzün karanlıktaydı. Kollarımı yavaşça çözüp dizlerimi indirdim, ayaklarım somyadan aşağı düştü. Belimi dikleştirip konuştum; tuhaf bir sesle. Yankılı gibi. Kapıyı bekliyordum dedim. Başın titredi sanki. Bir yankı daha; açılmasını. Aslında seni. Sonraki yankıyı yuttum. Ellerimi iki yanda gergince somyaya bastırdım. Galiba ayağa kalkmaya davrandım; kalkamadım. Çünkü ayaklarım sadece vardı; iki et kemik. Yürüyemiyordum. Sesine irkildim. Sana yakıştıramadığım bir ses; tiz, senin sen olduğundan kuşkulandıracak kadar yabancı. Ne beklemesi diyorsun o başka sesinle; bekleyemezsin. Çünkü sen diye devam ediyorsun, sen geçen hafta öldün, hatta çürümüşsündür bile. Koku genzimi yakıyor, bağırıyorum. Kuşların üstünden seke seke gelip, tam karşımda dikiliyorsun. Başını saran mavi ışığın arasındaki yüzünü ancak seçebiliyorum; göz karanlığa alışınca. Yanakların yoktu; gözlerin, dudakların. Yüzün çürümüştü. Haklısın diyorum; çürümüşüm. Şimdi inandım sana. Ağlamaya başlıyorum; ölemem ben, ölmemeliyim. Güvercinler bensiz perişan olur. Bir feryat, bir figan ki! İnsanın kendi ölümüne yası beter şeymiş; korku, acı, tiksinti. Ağıt sürerken birden mavi ışık yere düşüyor. Meğer güvercinler havalanmış. Kanat kanat kalabalık; toz, duman. Bir çürüyen yüzüne, bir yere, bir başıma konup konup uçuyorlar. Beyaz kanatlı güzel kuşlar bunlar ama delirip çirkinleşiyorlar. Yüzümüzü yediler. Ter içinde uyandım. Uyanmasam gerçekten ölürdüm herhalde. İşte böyle. Ne diyorsun?”. Elinin körü diyorum Edi. Film aklını nasıl kışkırttıysa artık, rüyaya değil kurguya yatmışsın. Böyle rüya görülür mü; uydurulur. Her uydurulan da düz çizgiyi kırmaz bilesin. Hayal gücünün filmdeki gibi duvarların içinden geçmesini istiyorsan önce kendini kontrol etmelisin; iradeni yönet. Çünkü Edi’m, su uyur düşman uyumaz. Baksana kovboyumuza; uykusuzluğuna. Böylesinden feyzal dostum.  Kolumdan çık bakalım. İyi uykular sana ya da uyanışlar…

NOT: Film, Kontrol Limitleri  
Yönetmen; Jim JARMUSCH

29 Aralık 2015 Salı

CEHENNEMDE YAĞMUR

          Yaşım on üçtü. Bir merdivende, çenem dizlerimde oturmuş uzaklara bakıyordum. Uçsuz bucaksız sarı tarlalar vardı o uzaklarda. Sonra güneş döküldü üstlerine, kızıla çaldılar. Öyle mutlu, öyle mutsuz oldum ki ağlamaya başladım. Uzakların ulaşılmazlığı çok güzeldi. Rüzgârın savurduğu toprak güzelle arama bir tül gibi gerildi. Puslandı sarılar kızıllar. Tülün arkasında niye ağladığını bilmeyen bir ergen, berisinde ise büyümeyi hiç ama hiç istemeyen ben. Çünkü on üçüncü basamaktan sonrası cehennemdi.    
            O tozlu merdiven durmadan çağırır beni. Bu çağrıyı duymadığımdandır sızı. Kemiklerim; geçmişe, bozkıra dökülen güneşe, yeniden kendime dönmek için sızlar, sızlanır. Gitmeli; yüreğine sığmayan sonsuz bozkır karşısında dolup taşan o ürkek kız çocuğu büyümüş mü görmeliyim. Değil sarılar kızıllar, artık hiçbir renk karşısında esirmeyen kan dolu bir et yığınına dönen tepeden tırnağa tüm bedenim aslına geri dönmeli. Artık on üçümde olmadığıma göre, buna değer. Kararan göğün altında dolaşmaktan bıktım usandım. Yağsın yağmur, yağsın da paklasın yeri, söndürsün cehennemi.
            Bir Kirkov tanımak ister misin Edi? Kemikleri eve gitmesi için yakaran bir Kirkov bu. Cehennemden kaçmaya uğraşan biri. Aslında kaçmak değil, dönmek. Bir yere dönmek; birine, bir şeylere, bir nedene, bir anlama, bir özleme, bir aşka, bir geçmişe, bir gençliğe; kutsal yatağa dönüp huzura ermek. Ama bunların hiçbiri kucaklamıyor onu. Varış var ama kavuşmak yok. Çünkü, büyüyüp anladığını zanneden biri için artık huzur erişilmezdir; sadece özlenir. Zaman denen şeyin dünyanın üstünden geçerken sadece insana sokulup, onu toprağa hazırlaması karşısındaki çaresizlik huzur vermez tabii. Uykuda bile. Bir film seyrettik Edi’yle; Kirkov’u tanıdık. Sadece bu da değil. Çocuklara kurşunları, delilere de silahları oyuncak kılacak kadar sıradanlaşan, günlük yaşamın içine görünmez bir bulut gibi yayılıp o tekrarlardan biri haline gelen savaşı da gördük. Hangisi daha önemliydi ya da önemsiz; bir fotoğraf sanatçısının acısına tanık olmak mı yoksa savaşın artık evden biri gibi olması mı? Cevabı bahçeler versin; mis gibi domates kokan huzurlu bahçeler. Film orada başlıyor; güzel, sakin. Genç bir papazın elleriyle kırmızı domateslere dokunup, onun o sıcak gülümseyişiyle toprağın cömertliğine, doğurganlığına taşarak coşarak minnet duydum. Ama sonra bu toy, bu tanrıyla barışık, bu henüz aklını yüreğinden ayırmamış, bu kırmızıyı doğadan tanımış, bu sesini tanrıya adamış papazın yanına gelen yaşlı papaz,  kararan bulutları gösterip, o bulutların altında yağmurun başladığını haber verince sorulara gerek kalmadı. Cevaplar zaten hep anlamsız. Meğer ne de pis kokarmış dünya; bahçeler bile. Bu filmde yağmur üç kere yağmadı. Önce kararan bulutların altında olacakları bekledi, savaşın bekçilerini; kin, nefret, öfke, kibir. Sonra da sırayla sözcüklerin, yüzlerin, fotoğrafların üstüne yağdı. Çünkü hepsine kan sıçramıştı. Kan suya karıştı, yağmur yeryüzünü yıkadı. Toprak arındı mı bilmem ama kara bulutlar dağıldı, film bitti. Biz de bittik. Bir süre dilim pelte; ağzımda kuruluk. Sen nasılsın Edi?
            Bir kız çocuğunun çıplak ayağı bastığı yeri ne kadar kirletebilir ki? Bedenine savaş virüsü girenler bunu iyi bilir. O ayakların küçük izlerine kan doldurmaya yeminlilerdir de ondan. Oysa en fazla sevilir o ayaklar. Onları gören aşka düşer; genç papazın gözünden baksana. Keşke sadece domatesler kızarsa; güneşin altında sadece onların kızılı yansa. Toprağa bereketli meyveler yaraşıyor; çocuk izleri bir de. Kan değil. Bunu anlamak için ille de Kirkov olmak gerekmez. Onun gibi sanatçı olmak da. Sıradan biri anlayamaz mı savaşın illet olduğunu; irinli, bulaşıcı, ölümcül. Bu filmde anlayamıyorlar. Küçük bir köyü cehenneme çevirmeyi oyun biliyorlar. Bu oyunu oynamak istemeyenler ise eline silah tutuşturulan köyün gerçek delisinden daha deli sayılıyor. Zaten akıllı olsalardı; veterinerin de dediği gibi; bu tımarhanede ne işleri vardı. Bir fotoğraf sanatçısı, bir âşık genç papaz, bir kızıl saçlı çıplak ayaklı kız çocuğu, bir de veteriner; deliler. Çünkü savaşa değil, hayata meyilliler; diledikleri gibi yaşamaya. Sanatçı arınıp yeniden doğmayı, papaz aşkını doyasıya yaşamayı, çocuk çocukluğunun salıverilmesini, veteriner ise ellerine bulaşan kanın temizlenmesini diledikleri için sığamıyorlar köye; sığdırmıyorlar. Savaşanlar. Dünya bit kadar. Bu bit kadar yerde bir de geniş geniş oturan duacılar var; sadece yiyen içen dua eden, içeriden seyreden. Kısacası, filmdeki haliyle şöyle: kilisede ayin var, dışarıda savaş; kilisede papazların tılsımlı sözcükleri var, dışarıda ise kaplumbağayı ters çevirip ateş çemberine atan çocuklar; bir kilise var bir de dışarı. Bu ikisi birbirinin işine yaramaz ne ki bir çıkar yoksa. Yaşlı papaz yağmur kokusunu aldı. Kötü şeyler olacak.
            Koyun otlatmıyor da adam vuruyorlar. Koyun otlatan adam mı oluyor; silahla olunuyor. İç savaşın ince damarı köyün üç beş erkeği var zaten; onlar da adam. Silahlı; güçlü tabii. Saygı gösterilesi. İç savaşın yumuşak karnı köyün üç beş kadını var zaten; onlar da yaslı, kapalı. Duvarlar içine, kendi içlerine tabii. Savaş yası onların payı. Herkes payına düşenle ne edeceğine kendince karar veriyor; aklının, yüreğinin, yaşadıklarının çeşidiyle, ağırlığıyla. Bir de tabii çevresiyle; şartlar. Kirkov taraf olmanın saçma olduğuna karar verip, dönmeyi seçiyor örneğin. Dul Hana; Kirkov’un gençlik aşkı; kaybolan kızından vazgeçmemeyi. Diğerleri; filmde olmayanlar peki? Kimi seyretmeyi, ah vah etmeyi; kimi üretmeyi, ürettiğine sanat demeyi; kimi bilmemeyi; kimi sadece uyumayı, susmayı, susturmayı; kimi kazanmayı, sıradan da olsa arsızca iştahla yaşamayı. Bir de kimileri yazmayı; sıradanlığın köküne kibrit çakmıyorsa çöp, çöplük. İnsan bu; savaşı kim bilir hangi cehennemde uyurken yeniden hortlatmayı da seçer. Köyde, şehirde fark etmez. Ekinde, bağda bahçede, sürüde değil de bir restoranın loş ışıklı masasında neden olmasın? Ama biz şehirlerde yüksek kültür üretiyoruz. Haydi oradan. Öyleyse o adam nasıl patlattı silahını? Kişisel şiddet mi? Savaş da fazlasıyla kişisel değil mi? Şarap eşliğinde, sorunlarını neredeyse fısıldayarak çözmeye çalışan çifti o derece terbiye eden medeniyete imrenirken etrafa saçılan kandan midem bulandı ama daha çok medeniyetin ikiyüzlülüğünden. Bir yüzü insan aklının muhteşem tarafı; diğeri dibi, balçığı, karanlığı. Ölenden özür dilenir mi? Var üstüne ağla. İstediğin kadar ağla. Kocasından zaman dilenen kadının ellerinde parçalanmış bir yüz; bitti. Yaşayacağı günlerin içinde karşısında oturan adamın olup olmayacağına karar vermek için biraz zaman; artık sonsuz. Kocan öldü. Köydeki dul kadınların acılarına hoş geldin. Savaş her yerli.
            On üçüncü basamakta uzun uzun oturmak istedim. Çünkü o sırada doğa bile benden yanaydı. Tüm güzelliğiyle karşımda öylece duruşundan belliydi bu. Ama sonra ne oldu da düşman oluverdi; bütün fırtınalarını bana kopardı, sağanak yağışlarını bana yağdı, dağını taşını üstüme yığdı, beni yok saydı. Sanki ben istedim ayağa kalkmayı, öbür basamakları çıkmayı. Büyümek beter şeymiş. Her şeyi anladığını sanıp, bin kere anlamadığının budalalığıymış. Belki de güzel olanla bu yüzden ayrı gayrı düştük. Akıl baliğ olduğunda, güzelin güzel olduğunun farkına epey varınca tadı tuzu kalmıyor hayatın. Anlam verdiğim için; fazlasıyla anlamlı kıldığım için. Yavan tat; tat bile değil. Oysa oradayken yani tozlu rüzgârda, o sadece oydu; güzel. O kadar. Adsız, benim anlamlarımdan bağımsız, varlığıyla var olan. Güzelim, gençliğim, gençliğimin gözüyle gördüklerim; söyleyin neredesiniz?  Gideceğim gitmesine de, zaman denen felaket yüzünden hiçbir dönüş aynı yere, aynı şeye, aynıya olmuyor ki. Filmdeki yaşlı papaz yerden göğe kadar haklı; Çember yuvarlak değildir / Zaman asla ölmez. O kadar ki şehirli de duvarına yazmış bu iki keskin cümleyi. O duvarın önünde bekledi Kirkov; gitmeyi. Basit bir gitmek değil. Gitmelerden çekip gitmek olanı. Kara kalplilerin kanlı fotoğraflar için verdiği ödülü başlarına çalarak hem de. Montunun sağ omzundaki yırtıktan başka hiçbir savaş izini yanında götürmemecesine; her ne kadar çember yuvarlak olmasa da onun gibi gidebilmeye, dönebilmeye imrendirerek. Keşke benim de sonum öyle olsa. Beni de yağmur yıkasa.
            Film bitene kadar sustu Edi. Hiç yapmazdı. Susmayı pek bilmez de. O’nun hiçbir anlamı olmayan tek sessizliği kolumdan çıktıktan sonraki sessizliğidir. Ölü gibi; ruhsuz, dilsiz. Neyin var Edi? “Böyle nereye kadar?”. Keşke sormasaydım. “Doksan iki yaşıma kadar yaşamak istemiyorum”. Ne olur Edi basitçe derdini söyle de filmden kalanlarla arama girme. “Derdim bu işte; beni susturman. Senden daha akıllıyım ama anlatan sensin. Aklımı çalıyorsun”. Peki bunun doksan iki yaşla ilgisi ne? “Rüyamda gördüm. Zaten ondan sonra anladım bana muhtaçlığını. Çok akıllı biriymişim. Şu filmdeki köye benzer bir yerde yaşıyorum. Herkesin aklı benimkinden azmış. Bana sormadan, benden akıl almadan hiçbir iş yapmıyorlar. Birden böyle kocaman bir ağacın altında uyuyan doksan iki yaşında biri oldum. Hastaymışım. Ağacın altı mahşer yeri. Köylüler beni doktora götürmek istiyor. Ama kalabalığın içinden çıkıp, buna izin vermiyorsun. Ağzını açın diye bağırıyorsun. İki kadın ağzımı yırtarcasına açıyor. Bakın diyorsun, süt dişleri çıkmış, yeniden doğuyor bu. Bırakın ölsün. Yoksa böyle daha çok muhtaç olursunuz bunun aklına diye bıdı bıdı konuşuyorsun. O an nasıl boğasım geldi seni anlatamam. Ama galiba hastalığım yüzünden biraz dermansızdım. Ayağa kalkamadım”. Öldün mü peki? “Lise kompozisyonu okumuyorsun, rüya bu. Nasıl oluyor bilmiyorum ama başka bir rüyaya gittim. Yani rüya değişti. Kara bir duvar, çocuklar, bir şeyler bir şeyler. Şimdi bunu boş ver. Derdimi öğrendin, de bakalım diyeceğini”. İyi ki ben senim Edi. “Kim kimin içinde onu da söyle”. Sen bensin Edi; iyi ki. Yağmur ne güzel yağdı değil mi? “Hem de üç kere”. Peki cehennem söndü mü?        


NOT: Film, Yağmurdan Önce;  Yönetmen, Milcho MANCHEVSKİ

Sözcükler Dergisi 59. (Ocak-Şubat 2016/1) Sayısında Yayımlanmıştır.

14 Temmuz 2015 Salı

KARANLIKLAR SOKAĞI SARKACI

                                                                                                                               

Çok korkmuştuk o gece. Çelik kapının üç kilidini sonuna kadar kilitleyip, perdeleri sıkı sıkı kapadık. Sonra karanlıkta sessizce oturduk. Çok oturduk. Çığlık durmak bilmedi. Tırnaklarımı yemeye başladım. Bu sefer Edi bana hiç karışmadı. Çünkü tek söz ikimizi de utanç uçurumuna yuvarlardı. Bundan emindik. En iyisi beklemekti. Nasıl olsa bilinmeyen dışarıdaydı. Şehrin bir yerinde ama evimizin içinde değildi. Bu da iyi bir teselliydi. Ama olmuyordu işte. Korkmaktan daha fazlası vardı derimin içinde. İşte o her ne ise; beni terletiyor, başımı ağrıtıyor, kalbimi sıkıştırıyordu; ama en kötüsü de bu kemirmeyi bana yeniden musallat etmesiydi. Sadece tırnaklarımı değil; beynime kadar kemirecek, yok edecektim kendimi. Neyse ki yoksa ne yazık ki mi demeliyim, kemire kemire tam dirseklerime geldiğimde, çığlık kesildi. Karanlık buraya kadarmış diyerek ışığı açtım. Edi de makinayı. Bu çığlık kimin çığlığı bilmek istiyordu. Öğrenemedi tabii. Makinanın bozuk olduğunu bir kabul edemedi gitti. Çok sinirlendim. Sehpadaki kumanda aletini paramparça etmemek için kendimi zor tuttum. Bastığı rakamlarda umut arıyordu. Bilmeyi ummak; umuda sarılmaktı dileği. Bire bastı, Bay TV. İkide yine onun suratı. Üç dört derken tekrar başa döndü. İkinci turda Bay TV yorulan suratını dinlendiriyordu herhalde ki cinayet reklamları başlamıştı. Bir Bay TV’nin suratı, bir cinayet reklamı; bozuktu işte bozuk. Tam kapatacakken bir baktık ki bu sefer de rakamların hepsinde hipnoz sarmalı bisküvilerin dansı var. Oynadık; oynattık.
Masal tadında başladı şehrin öyküsü; bir varmış bir yokmuş. Ama iyice kulak verince, tadı acı geldi. Masal başlamadan bitti. Bir film seyrettik Edi’yle; sessiz bir şehirde başlayıp, umutla el sallayanların parlak gözlerinde biten bir film. Avuç içlerindeki kader çizgilerini boylu boyunca kesen, sizin geleceğiniz benim der gibi derince yerleşmiş yara izi şehrin sessizliğinin tarihini veriyor. Üç kuşaktır böyleyiz diyor. Sesleri çalınalı üç nesillik zaman geçmiş. Torun, baba, dede aynı yarayı taşıyor. Torun Ana, Bay TV’ye ait Gıda TV’nin reklam baloncularından birinin halatını elinden kaçırıyor. Bu olay baba ile dedeyi TV’deki işlerinden ederken, boyunlarına asılı kimlik kartlarındaki yüzlerine de bir çarpı basılıyor. Gıda TV’nin işine yaramayanların hepsinde olduğu gibi. Yüzlere basılan çarpılar şöyle dursun da aslında sesleri olmadığı için değersizler. Çünkü Bay TV çaldığı o kıymetli hazineyle düzenini oturtmuş. Ama o da ne? Gizli kasasındaki emzikli kız çocuğunun verdiği haber, beyefendinin kel başına çizdiği o sahte saçı terletiyor. Kaynak tükenmek üzere! Yeni sese ihtiyaç var. Yoksa sarmal bisküvilerin üretimi duracak, o sarmalla uyutulan şehir uyanacak. Uyandığında da sesinin peşine düşüp, Bay TV’nin düzenini bitirecek. Büyük felaket. Hemen tezgâh kurulmalı, yeni ses makinaya aktarılmalı. Bütün şehrin sesi alındığına göre bu kıymetli kaynak nereden bulunacak? Ey tarihin güzel sözcüsü, ey tüm zamanların asi çocuğu, ey insana insan olduğunun tarifini veren alçakgönüllü; kimsin sen? Sanatçı. Bu şehrin sanatçısı Gözleri Olmayan Çocuk’un annesi. Koca şehirde sadece ikisinde ses var. Ama çocuğun sesinden henüz kimsenin haberi yok. Bay TV’nin tüm planları sanatçının sesi üstüne kurulur. Çocuğu için bir çift gören göze karşılık ses. Gözler yanlış adrese gidince pazarlık bozulur. Bu adam Bay TV; pazarlıkla alamadığını zorbalıkla alır. Ona göre her hava hoş. Uşak Sıçan’ına emir verir, her şey halledilir. Tabii öyle zannedilir. İşin içinde sanatçı var, kaçır kaçırabildiğin kadar. Sesiyle devirir tezgâhını; uyutamazsın da çalışmaz makinan. Çıldırır tabii. Çalıntı sesleri makinaya, oradan da Gıda TV’nin üretim bandına aktaran Doktor’a haykırır; “Hani uyuyacaktı?”. İkinci bir ses olabilir mi? Onu da ele geçirmeli. Bay TV’nin düzenini bozan belki de o bilinmeyen sestir. Makina onun yüzünden çalışmamış olabilir. Bir zamanlar insanlar için kanatlı ayaklar düşleyenlerin soyundansak eğer, hazır makina da arızalanmışken fırsat bu fırsat. Dedenin sandığa gizlediği düşleri, çocuğu gerçek kılacak. Sessiz kaldık ama sözsüz değil çok şükür. Sözcükleri kimseye vermeyiz. Yolculuk başlar. Haydi, çık antene.
İkinci gece yine korktuk. Sadece karanlık yetmez oldu. Sessizlik ise daha çok çağırıyordu o kahreden çığlığı. İyisi mi bozuk mozuk ama biçare makinayı açmaktı. Filme devam ettik. Ses sestir ne de olsa. Bir boks maçı vardı. Böyle kanlı dövüşlerin heyecanı her şeyi unutturur. Tam isabetmiş Edi’ye göre. Sessiz halk yumrukları sayarken, Bay TV de çarkını çevirir, gül gibi geçinip gidilir. Ama bu seyrin gerisinde bambaşka şeyler de olur. Öyle ki birileri Bay TV’nin o kirli ellerinde tuttuğu hayatlarının peşine düşebilir. Düştüler de. Reklam balonlarıyla uçup, o gizli yere gittiler. Meğer oyun ne büyükmüş, ne devasaymış kuşatma. Şehrin dışına konuşlandırılan anten yutmaktaymış insanların sesini. Evlerin çatısına konulan antenlerin bu işe yaradığını öğrenince deli gibi sevindik Edi’yle. Bay TV insanların sesini emiyor, biz de seviniyoruz işte. Öyleyse “deli gibi” doğru tanımlama, hatta gibisi fazla. Biz resmen deliyiz. Boks maçı sürüyor; sanatçı uyutulamamış ama yakalanmış, tutsak edilmiş; insanlar hem sarmal bisküvilerini yiyor hem de seyrediyor; sessizlik kader kabul edilmiş, düzen gidiyor; bir baba, babasının nasihatiyle antene çıkıp şehri kurtarmaya kalkışıyor. Peki, bu sirkte kalemler nerede? Gördüm Edi gördüm. Antenin içindeki emzikli kızın elinde. Yani o da Bay TV’nin kölesi. Ürperdim. Ama hepsi değil galiba. Antene giderken aralarından geçtiler. Yol üstündeki sıra sıra gazete dağları bunlar. Gerçeğin peşine düşenler şehrin dışına atılmış; gazete ve sözcük yığınları ıssız dağlara dönmüş. Gerçeklerden, gerçeği göstermeye uğraşan kalemlerden kaçan sessizler, layığınızı bulmuşsunuz diyesi de, dil dönmüyor işte. Bir de tabii kimsenin layığı Bay TV olamaz, kimseye yakışmaz. Ölesiye sessizlik, ölesiye kölelik; bu mudur güzel insanların giyeceği gelinlik? Tek tarafın çarkına su dökmekle geçen bu evlilik bitmeli. Çocuklar için bitmeli. Zaten çocukların yüzünde sessizlik güzel durmuyor, gözlerine hüzün veriyor. Daha çok da bu yüzden tabii; devran tersine dönmeli. Önce uşaklarla başa çıkılır. Sıçan Uşak kuyruğunun geçtiği her delikte, her yerde. Baba boğuşur onunla. Silah patlar. Seken kurşun emzikli kızı yere yığar. Cenazemiz kocakarı olur çıkar. Düzenin çarkı hızla dönerken farkına varamadığımız sarkaç, sadece ölünce gösterir bize gerçeğini. Yaşarken gördük de sanki. Film Edi’yle bana, “Hız gitti, tuz bitti” dedi. Sürekli çarkın tekerine çalışıp, kendi hayatına hiçbir şey katamayışın tasviriydi ölüm. Dönerken değil, durunca düşmek gibi. Emekli ol, öl. Kocakarıyı yerden kaldırmalı. Ölü bizim ölümüz, biz ölüyüz.
Sessiz film bitti. Makinayı kapatıp, çelik kapımızı kontrol ettim. Çelik gibiydi. Bu iyiydi işte. Kötü olansa dışarıdakinin hâlâ devam etmesiydi. Oturdum, aklımda gezindim. Taze taze film kokuyordu içi. Daha dem almamıştı ama uzunca bir süre başımda gezinecek görüntüler yavaş yavaş dibe çökmeye başladı. Zaman çabuk geçsin diye onları seyrettim. İşimiz gücümüz seyir ne de olsa. Gözlerim kapalıydı. İlk gelen görüntü sanatçının mutsuzluğuydu. Yüzü yoktu. Karanlık bir boşluktu suratı. Pencereye yaklaştırdığı o boşluğa, camın pusuyla mutsuz bir yüz çizdi. Haykırdı; “Övgü okyanusunda, ego köprüsüne tırmanıp binlerce gözden oluşan semada parlayan bir yıldız olsam / Rüyaların hafif mırıltısında bin tane yağ lambasını yakıp, bir hikâyenin sessiz ışığında sesime bir beden uydursam /Kırılgan dijital dünyamda araman gerekiyor kendi yerini /Umudun, bir diğer "sıfır"mı yoksa "bir"mi olacaksın?” Diğer sanatçıya ne demeli? Boyalıydı yüzü. Bir yüzü vardı yani. Ama sesi yoktu. Plaktaki sese dudaklarını oynatıyordu. Sesi varmış gibi yaptığı için sahnedeydi. O sahnede,  plaktaki sesin sahibi gerçek sanatçı ise uyutulmak üzere içeride. Üzülmüyorum çünkü kara sarkaç Gözleri Olmayan Çocuk’un elinde. Sarkaç bir gün şehirden yana olacak, Karanlıklar Sokağı aydınlığa kavuşacak. Çünkü o çocuğun sesi makinayı bozacak. Sonra, iki çocuğun Ana’nın odasındaki mutluluğuna; küçük kızın yatağın üstündeki ağır çekim zıplayışına baktım. Umut onlarda, mutlu çocuklarda. Bir de antendeki sarmal üretim sona erdiğinde sesin şehre doğru gidişi, kulaklara girişi, insanların dirilişi kalmış aklımın deminde. Gözlerimi açtım. 
Geceler geceler üstüne, öyle çok gece geçti ki karanlığa alıştık. Çığlığı da sevdik. O kadar ki duyulmaz oldu artık. Sevdikçe yok saydık yani. Sessizliğe gelince; varlığı pek bir ağırdı. Kaldırdıkça yorulduk, yoruldukça da uyku bastı. Kısacası geceler boyu uyuduk biz. Bu uykudan bıkmış usanmıştım. Uyumamayı çok ama çok istiyor, yine de uyuyordum. Bir gece yine her şey aynen devam ederken dedim ki Edi’ye bir rüya anlat da uyumayalım. “Rüyamda ben senin kolunmuşum. Daha doğrusu koluna geçirdiğin bir hayvan. Hem de konuşan bir hayvan. Seni yiyip, tamamen sen oluyorum. Ama hayvan bir sen. Ben oluyorsun kısacası. Ama ne tuhaftır ki içimde olduğunu da biliyorum. İçimdeki senle ben bir bahçeye giriyoruz. Her yer çiçek, her yer kelebek. Birden gökyüzünden, çıtır çıtır yanarak kara lastik ayakkabılar düşüyor. Yer kızıl ateşe, gök siyah dumana çalıyor. Ben de yanıyorum. Aynı o lastik ayakkabılar gibi yanarken bahçenin dışına kar yağıyor. Hem yanıyor hem de bu kadar kar ne çabuk yağdı da çocuklar toplandı diye düşünüyorum. Canımın acısı katlanılır gibi değil ama onların kardaki gülücüklerine gülümsüyorum. Tam ölürken görüyorum ayaklarındaki kara lastiklerin tutuştuğunu. Bu sefer yer gök çocuk feryadı. Sonra öldüm zaten. Öldük yani”. Uykumuz kaçtı çok şükür. Uyumayacaksak çıkalım bari. Makinanın diyecek bir şeyi yok nasıl olsa. Üç kilidi uzun zamandır ilk defa ters yöne sonuna kadar çevirdik. Çelik kapı açıldı, içeri girdim; şehrin göbeğine. Orada bir şey vardı. Korkarak ama daha çok artık gerçekten içeride olmanın verdiği coşkuyla, merakla yürüdüm. Sokağın ortasında bir çemberdi o şey. Çemberin içindeki de ben. Kana batmış bedenimin yaraları çığlık atıyordu. Dışarıya doğru, evlerinin karanlığında sessizce oturan dışarıdakilere doğru çığlık, çığlık, çığlık.

NOT: Film; La Antena,  
         Yönetmen; Esteban SAPIR



1- Sözcükler Dergisi 56. (Temmuz-Ağustos 2015/4) Sayısında Yayımlanmıştır.

2- Psikesinema Dergisi 4. (Mart - Nisan 2016) Sayısında Yayımlanmıştır.

15 Nisan 2015 Çarşamba

BU TANRI BAŞKA


            Ateşe verebileceğimiz bir adamız olsaydı, bu kadar çok “lütfen” ya da “teşekkür ederim” der miydik acaba? Beş çayında değiliz. Konuşarak hallolmuyor meseleler. Öyleyse medeniyetimize güvende bu kadar ısrarın anlamı yok. Buyurun bu siyah beyaz adaya. Zavallı ada. Film başlıyor.
            Sağ kolum Edi’yle oturduk yine. Karşımızda çocuklar. Denize düşen uçaktan burunları bile kanamadan kurtulmuşlar. İkişer, üçer, beşer kıyıya yol aldılar. Suya varışın ilk yolcuları birbirleriyle tanıştı. Biri Ralph. Peki diğeri? Adını söylemek yerine endişesinden dem vuruyor. “Bana Domuzcuk deme de ne dersen de” diyor. Hem şişman, hem de gözlüklü. Öteki olmak için yeter de artar bile. Ama Domuzcuk bu öteki olma durumunu başka mertebeye taşımış: farklıyım ama sizin bende gördüklerinizle değil. Domuzcuk’un astımı var. Astımlı olmak bir ayrıcalıktır; çirkin olmaktan daha iyidir hiç olmazsa. Ralph hızlı yürür, yüzer. O ise yavaş yürür, yüzmez. “Teyzesinin sözünden de hiç çıkmıyor baksana”. Haklısın Edi. Teyzenin de etkisi büyük bu astım konusunda. Büyüklerin sözünden çıkmamak gerekir ne ki o yasaklı sözler işimize geliyorsa. Üfleyip öttüreceğimiz koca bir deniz kabuğumuz da yoksa vay haline büyüklerin. Denizin o dakikalar cömertliği üstünde; kıyıda bir kabuk. Adını Domuzcuk veriyor. “Versin bakalım. Kendi adı unutturulmuş birinin bu kadar da hakkı olsun değil mi?”. Kabuğun adı Şeytanminaresi imiş. Bunun gibi bir tanesini komşularının arka duvarında asılı görmüş. Komşu çocuk Şeytanminaresi’ni öttürünce annesi gelirmiş. Ne yazık ki bu adadaki Şeytanminaresi, bıçağın yanında komik bir oyuncaktan fazlası olamayacak. İster öttür, ister öttürme ne ki kuralların canı cehenneme atıldıktan sonra.  
            Çocuklar çoğalınca toplanıp düzen sağlamak gerekti. Kıyıdan az ötede, biraz yüksekte toplanıp tanışadursunlar, adanın ıssızlığını duman altında bırakacaklar çift sıra halinde geldiler. Önde Jack. Uzun çocuk, hırslı çocuk, giderek zalimleşecek çocuk, ama görüntüsü yine de çocuk Jack. Kilise Korosu öğrencileri ilahiyle geldiler; sırtlarında papaz pelerinleriyle: MERHAMET ET TANRIM, MERHAMET ET TANRIM. Tanrı’dan merhamet dilerken kanın şırıl şırıl akışından zevke varınca artık değil merhamet dilemek, Tanrı’nın kendisi bile unutuldu. Böylesi daha kolaydı da ondan. Ey Tanrı hem zevki ver, hem de ona varmayı yasakla. Öyleyse artık Tanrı biziz. Jack kibirle seslendi korodakilere: Avcılarım, pelerinlerinizi atın. Sahne sırası bıçakta. Jack’in avcı mertebesine çıkardığı korodaki çocukların pelerinlerini komik bulup gülenlere söz yetmez. Çünkü ortada azarlayacak bir büyük yok. Öyleyse ağaca saplanan bıçak meseleyi kökünden halleder. Halletti. Çocukların sesi bıçak gibi kesildi. “Şeytanminareli Ralph yerine bıçaklı Jack lider olmalıydı. Bakışları dehşet”. Dehşet saçan her şeyi en tepeye koyma Edi. “Koymam da koyuyorlar ama. Korkunun gözünü seveyim, gücün elinden öpeyim”. Sesini keserim. “Hangi bıçakla? Ağaca saplananla mı yoksa domuzun gırtlağına dayananla mı?”. Bıçak aynı bıçak ama Jack aynı Jack olmayacak. Kanı gören iflah olur mu hiç? “Olmaz olmamasına da bana kalırsa güç önemli. Kaba güç Jack’te. Ralph’in oyuncağı Şeytanminaresi değil de bıçak olsaydı Jack’in yaptıklarını yapar mıydı acaba? İnsanın içi bulanık tamam ama herkesin kusmuğu da farklı işte. Jack’in bulanıklığı daha kara. Ada keşfinde domuzun gırtlağının dibine kadar yaklaştırdığı bıçağı sokamadıysa daha zamanı gelmediğindendi. Kusma zamanı. Bir de tabii gücün farkına, tadına varma zamanı”. Sus Edi. “Kıskanma beni”. Kibirli şey.
            Orada öylece, göğün yerin arasında bir yerde kendiliğinden duran kayayı haydi bir gayret itelim, kaya yuvarlansın, içimiz gıdıklansın, rahat edelim. “Çocukların şımarıklığı;  oyuncaklarını da kırardı bunlar”. Öyle değil işte Edi. Yediden yetmişe doğanın gücüne kafa tutuyoruz. O güç bizde olsun istiyoruz. Almak için de taş üstünde taş bırakmıyoruz. Kayaların dili olsaydı da konuşsalardı kim bilir neler anlatırlardı. “Kaya yuvarlandı gitti. Adanın ada olduğu üç keşifçi çocuk tarafından keşfedildi. Şimdi sıra savaşmak için bir Canavar yaratmaya geldi”. Yaratmaya ne gerek, Simon’un da dediği gibi Canavar biziz oysa. Bunu seyretmek ürküttü beni. Kimileri filmde bir “büyüme hikâyesi” klişesi bulabilir. “Ben bulamıyorum”. Ne buluyorsun öyleyse? “İnsanın ne kadar zalim, vahşi bir canlı olduğunu buldum ben. Çocuk bile olsa”. Sen Edi değil de ben olsaydın bu kadar rahat olamazdın. Ağzına geleni deyiveriyorsun. Ben senin kadar dürüst değilim. Sözleri boyamaya ihtiyacım var. Tıpkı çocukların öldürmeye başladıktan sonra boyandıkları gibi. Adaya gömlek kravat, omuzlarda da pelerinle gelen Jack yarı çıplak soyunuyor, göğsünü yüzünü adanın meyveleriyle boyuyor. Avcıları da tabii. Artık ilahinin değişme zamanı geldi çattı: ÖLDÜR, BOĞAZINI KES, PARÇALA; ÖLDÜR, BOĞAZINI KES, PARÇALA.
            Kayayı yerinden edenlerle, kertenkeleyi sevenler aynı adada. Canavar’ı yaratan akıl sahipleriyle, O’nun varlığına asla inanmayan akıl sahipleri de öyle. Akıl akıldan ne kadar da farklı. Simon’nun aklı kayalıklardaki kuytuda yatanı bir pilot cesedi olarak görürken, diğerleri ama en çok da Jack’in aklı ise Canavar olarak görüyor. Çünkü iktidarın güce; gücün de tebaa korkusuna ihtiyacı var. Dağın zirvesinde olan şudur: Sen Şeytanminareli kibar çocuk, sen mi koruyacaksın bizi Canavar’dan? Kuralların canı cehenneme. Seçilmiş olman da öyle. Avcılar domuzu ateşe atın. Ete ihtiyaç var. Kana ihtiyaç var. Kurtarılmaya ihtiyaç var. Domuzun kellesi mızrağın ucunda Canavar’a adanır. İşler böylece hallolur. Olur mu acaba? Olmaz tabii ne ki öldürülen sadece adanın değersiz çirkin hayvanı olmadıktan sonra. Simon ile Domuzcuk dışında hepsi öyle çok korkarlar ki, yağmur şimşek gök gürültüsü derken içlerindeki Canavar çığlık çığlığa çıkar. ÖLDÜR, ÖLDÜR, ÖLDÜR. En küçüklerinden en cesur olanı öldürülür. Çocuk eti yenmez. Bu sefer ateşe değil, denize attılar. Hani aklı kaybetmeyecek, her şeyi doğru yapıp en kısa zamanda evlerine gideceklerdi? “Akıl da amma fırıldak şey. Bir dönünce tam dönüyor”. Döndürene bak sen. “Korku”. Bir o mu Edi? “Şimşek falan filan”. Sen de Domuzcuk gibi kaza süsü vermeye çalışma. Canavar’ın varlığıyla her şeyin anlamını yitireceğini düşündüğü için Ralph kadar yıkılmıyor o korkunç cinayetten. Avcıların birer Canavar’a dönüştüklerini görüyor görmesine de iş işten geçiyor. Ne de olsa bir ölü kendini kandıramaz artık. O gece o büyük ateşin etrafında dönenler, büyüklerin olmadığı bir dünyada ellerindeki özgürlükle ne yapacaklarını şaşırmış güç sarhoşlarıydılar. Ceza yoksa sınır da yok. Gidebilecekleri kadar giderler. Korku bahane. Onu azdıran doğa harikaları da. İşte tam da burada Domuzcuk gibi sormak istiyorum sana; yüzü boyalı vahşi sürüsünden biri mi, yoksa Ralph gibi mantıklı biri mi olmayı seçiyorsun? “Gerildim”. Bu iyi işte. Mal gibi seyretmektense yay gibi gerilmek daha iyi. “Aklımı da hesaba kat”. Duyguları da. Film öyle daha güzel anlatır kendini. Sen onun karşısında akılla, duyguyla donanınca yani. Sağlam kal, sıkı dur.
Ralph çok çaresizken filmi durdurduk. Edi dün gece gördüğü rüyasını anlattı. “Eşek olarak gördüm kendimi. Eskiden kışın soba küllerinin döküldüğü bir tümseğimiz vardı. Tepe diyelim. O tepedeydim işte. Küllerin üstünde debeleniyordum. Kalkmak için epey uğraştım. Sırtım, ayaklarım gri olmuştu. Sonra dört ayağım üstüne dikildim. Evlere doğru zırladım”. Anırdın yani. “Eşek anırır diyorsun anladım da rüyamdaki aksakallı öyle demiyor işte. Öyle zırladım öyle zırladım ki evlerde insan kalmadı. Hepsi tepeye sökün etti. Önde de O”. Dedemiz; sakalı ak. “Kesme, dur. Ey eşek diye seslendi bana. Sen dedi; yüceleceksin. O zırıltını sadece bu arkamdaki kuru gürültü değil, vallahi de billahi de yedi cihan duydu. Büyük biri olacaksın. Herkes sana ağam paşam diyecek. Birden ben, ben oldum”. Sonra. “Bu kadar”. Sen, sen olunca bir şey demedin mi aksakallı dedeye? “Uyanınca geldi aklım başıma. O zaman dedim ama dede mede çoktan gitmişti”. Peki ne dedin? “Bu kaçıncı eşekliğim eşekoğlueşek, haydi oradan dedim”. Kendine inanmazsan daha çok eşek olursun. Dede iyi ki de gitmiş. Yoksa duysa çok ayıp olurdu. Öte taraftan kalkmış gelmiş uykuna, girmiş rüyana. “Gelmeseydi. Bu rüyayı niye anlattım?”. Sahi niye, hem de film bitmek üzereyken? “Sabah anlatmadım diye anlattım. Bir de filmin sonundan çekindim; ya unutturursa rüyamı”. Başımı sağa sola sallıyorum Edi. “Görüyorum”. Seyre devam.
Vahşi sürüsünün iki ucu da sivriltilmiş mızraklarından, öfkeli seslerinden; adayı saran dumandan, Domuzcuk ile Simon’un korkutan sonundan kaçmaya çalışan Ralph kan ter içinde kaldı. Koştu korktu; korktu koştu. Çocuk yoruldu. Tökezledi. Bir çift koca ayakkabının dibine düştü. Ayakkabı değilmiş ki? Onlar ne büyük ayaklar öyle! Tanrı su kenarında bekliyordu işte. Korkma Ralph bu Tanrı başka. Canavar’ı yaratan ilk akıl sahibi yaklaştı. Hayalle gerçek arasında sıkışıp kalınca, akıl şaşıp kalıyor. O küçük çocuğun gerçeğe ihtiyacı vardı. Ralph’in Tanrı’sına işaret parmağını uzattı. Dokunmak sonra da hissetmek için. Gerçekmiş. Söz ağızından çıkmaya uğraştı, olmadı. Dudaklar açılıp kapandı ama çıt yoktu. Acaba ne diyecekti? “Amca şu vahşileri dövsene”. Yaşasın büyükler. Yaşasın kurtulduk. Ralph ağlama ya da ağla. “Ağlıyor zaten”. Haklısın Edi, çok güzel ağlıyor.
Film bitti. Rüyan hâlâ hatırında mı Edi? “Ne rüyası?”. Bilmem. Sıkıldım senden. Edi’yi çıkarıp attım kolumdan. Uyuyacağım. Uyumadan önce de, rüyamda mutlu olmasalar da hiç olmazsa kimseye dünyayı dar etmeyecek kadar iyi huylu, huzurlu insanlar göreyim diye dua edeceğim. Tüm dünya için elimden, rüya görmekten başka bir şey gelmiyor. Tanrı duy.

NOT: Film “Sineklerin Tanrısı”; Yönetmen “Peter Brook”.



Sözcükler Dergisi 54. (Mart-Nisan 2015/2) Sayısında Yayımlanmıştır.

İNTİHAR DURAĞI



Bütün bunları öğrendim ve artık geri dönüşü yok.
Cahillik bir zamanlar sonsuz mutluluktu.”
Chuck PALAHNIUK

            Köprü üstünde böyle bir durak olduğunu bilmiyordum. Varmış meğer. Şoföre ölmek istediğimi haykırınca orada durdu. Kimse umursamadı bunu. Hiç şaşırmadılar da. Demek uzun zamandır vardı bu ölüm durağı. Yoksa bir Allah’ın kulu da demez miydi ne ölmesi yahu, durdurun şunu; otobüsü değil şu kadını. Sonra kolumdan tuttuğu gibi beni, yeniden içeri alırdı; hayata. Alır mıydı? Almasındı canım. Zaten böylesi çok iyi oldu. Varlığımı yok saymaları yani. Çünkü gerçekten yok olmak istiyordum. O gün.
            “Melek” diye seslendi annem. “Bak Melek”. “Bakamam anne”. Duymadı beni. Duymaz ki. Kanepenin dibine çöktü. Omuzlarında elli beş kiloluk yükle. Son dört yıldır oralarında taşıyordu beni. Derin bir nefes aldı. Anlaşıldı. Yine bir iş vardı. Gerçek iş. Konunun o iki harflik esas kısmına gelmeden önce eveleyip gevelerken ben de terini soludum. Çekirdek kavruğu gibi kokuyordu. Annemi yiyesim geldi. Ben onu öyle çıtır çıtır yerken o da beni sevseydi keşke. O zaman belki biraz düzelirdi soluğumdaki hırıltı. Nefes alamıyorum; hem de uzun zamandır. Tıkanıyorum. Bazı sabahlar kanatlı uyanıyorum. Ama yerim o kadar dar ki değil uçmak, şöyle gerine gerine açamıyorum bile onları. Bazen de simsiyahım. Öyle ki annem korkudan giremiyor odaya, kapının deliğinden veriyor kahvaltımı. Daralmanın darlığı artıp tenime değdi değecek olduğundan mı yoksa annemi görmeyi istemediğimden mi bilmiyorum, artık kanat manat yok. Sadece siyahım son zamanlarda. Üstelik sabahları da değil, hep. Çamur gibiyim. Daha çok da bataklık. Annem bende çırpınıyor. Çırpındıkça da batıyor. Aslında benim batan. Uçabilseydim böyle olmazdı. Dünyayı kanatlarıma dar eden Zalim’e gücüm yetmiyor. Kızım dedi annem; bir şans daha ver kendine, bir kalk, bir git, harekette bereket vardır ne de olsa. Annem bilmiyor tabii. Daha doğrusu tanımıyor, tanımak istemiyor Zalim’i. Bilerek değil tabii. Kafası günlük telaşla dolu. Bir de çok şükrediyor haline. Hiçbir felaket annemin aklının pasını alamaz. Telaş neyse de keşke o kadar şükretmese, biraz şikayet etse belki de kendini olmasa da gölgesini görebilirdi Zalim’in. Aslında annemin böyle olması da O’nun işi. Dayanamıyorum artık. Anneme cevap vermedim, resimlerimi gösterdim. Ağladı. “Bak ne güzeller anne”. Burnunu çeke çeke seyretti beni. Bekledi sabırla. Çünkü öyle yavaştım ki. Yatağımın altından tek tek çıkardım onlarca kâğıdı. Hıçkırarak aldı elimden uzattığım her biri bir diğerinden kıymetli eserlerimi. Kızım dedi, bu kâğıtlar bembeyaz. Hepsini beyaza boyadım da ondan. İyi yapmış mıyım anne? Başını salladı, burnunu bir iyice çekti, gözlerini sildi. Savaş hazırlığıydı bu. Haklıymışım. Saldırdı. Bu kâğıtlar boş, bomboş, boş işte, kör müsün? Yine yaptı yapacağını, kendi görmezliğini bana yansıttı. Onun gözlerini değil ben, uzmanların da uzmanı gelse açamaz. Başına taş düşse de olmaz. Patlarsa; belki… Çünkü annem için görmemek artık yemek yemek gibi; alışkanlık da değil ihtiyaç yani. Yoksa benim gibi olur. Ölür.
            Rüyamda küçük bir kız çocuğuyum. Komşu bahçede oynamak için duvarlardan atlıyorum. Oynayamadan düşüp ölüyorum. Kan ter içinde uyandım. Bir resim daha çizdim, kendime geldim. Annem bilmem kaçıncı kez yine aynı yüküyle geldi yanıma. Bir git şu adrese ne olur. Kendime o kadar acıdım ki kabul ettim sonunda. Karşımdaki zavallı, göbek atmaya başladı. Onu zıp zıp göbeğiyle bıraktım. Tam çıkıyordum durdu, durdurdu. Adamın siyah takım elbisesi var, dedi. Gerçekten dedi mi yoksa bana verdiği o buruşuk kâğıttaki ismin kuyruğundaki koca harfli BEY mi beynime o görüntüyü soktu bilmiyorum. Ama işte gidiyorum, siyaha doğru simsiyah. Adamın adı Sami, soyadı Ümit, makamı Bey, işi büyük iş. Bense; anneme, annemin dedikodu ortağı komşuya, beni odamda bırakan en yakın arkadaşıma, eşe dosta, sorana sormayana kısacası resimlerime boş boş bakan herkese göre işsiz. İşli olmak beni ne kadar iyileştirecekti acaba? Denemeye değmezdi. Yine de denedim. Son kez.
            Rüyamdaki küçük kız çocuğu “bize gelmeyin” dedi. Aslında bahçemize. Çünkü son zamanlarda orada hep kuşlar ölüyor. Annem bıktı kuş gömmekten. Çok kızıyor. Niye öldüklerini bilmediği için bu kadar kızgın. Korkuyorum onlardan. Zaten annemin kızı da öldü. Bana göstermediler yüzünü unutamam diye. Unutmazsam da herkes gibi yaşayamam diye. Deli olurmuşum. Uyanınca delirdim. Anneme bağırdım. Oda oda dolaşıp çıldırdım. Anne, senin yüzünden anne. Babam kadar utanabilseydin böyle olmazdı. Utanmaz kadın neredesin? Etlerim dökülüyor, neredesin? Her yerim sızlıyor neredesin? Annem evde yoktu. Sami Ümit’e gittim. Güzel giyinmişim. Hayret, saçlarımı da taramışım. Hatta Sami Ümit’e gülümsemişim. Bu tören benim törenim. Cenaze.
            Sami Ümit sadece bir takım elbise. Siyahından hem de. O Zalim’in kapıcısı; o kadar. Bu yüzden onun bir suçu yok bu cinayette. Aslında var. Kapıcısından odacısına, doktorundan avukatına, aklı baliğ olmuş erkeğinden kadınına kadar herkes suçlu ne ki arkalarını döndülerse, sustularsa, gözlerini yumdularsa. Döndüler, sustular, yumdular da ondan öyle oldum ben. Anlayamadım dedi kibirli Sami. Anlatmama fırsat vermeden devam etti. Haklıydı. Fırsat vermemeliydi makamı gereği. Hatta makamı şöyle dursun öyle kasıla kasıla konuşuyordu ki artık Sami Ümit olmak tüm yapıp ettiklerinin tek nedeniydi. Oturduğu yerden bakınca, kendine göre tabii. Ben bit kadar mıydım, neydim? Değildim değil. Ama gel de bunu bu siyahlıya anlat. Anneme bile anlatamadığımı buna mı? Üstelik annemin bile anlamadığını bu mu? Sami Bey ne anlatıyorsa anlatsındı ama artık canımı acıtmasındı. Neyse ki soru sormaya başladı da ağzım açıldı. Hevesim boşa çıktı. Çünkü bir evet bir hayır dedim sustuğu o soğuk boşluklarda. Kuyruk acısı olmasaydı son kez hayır der defolup giderdim. O kaşındı. Kuyruğum var mıymış? “Peki Melek Hanım iyi hoş da kuyruğunuz var mı siz onu söyleyin bakalım”. Bir kuyruğum eksikti iş için. Yok diye ağlamaya başladım. Hem de hıçkıra hıçkıra. Sami Ümit ise o siyah elbisesi içinde jilet gibiydi. Sadece baktı. Sinirlerim iyice bozuldu. Salya sümük saldım kendimi. Hıçkırdım, sümkürdüm, rahatladım. “Biliyor musun?”. Kendime gelmişim hem de beyefendiyi çay bahçesindeki herhangi bir sohbet kişisi mertebesine indirecek kadar bir özgüvenle. Siz yok artık, hep sen, sen, sen. Sormak güzelmiş. Haydi cevap versindi bakalım. Bir de biz bakalım “bakalım”. “Neyi?” diye azarladı sanki. “Bilgiyi” dedim. “Ne bilgisi?”. “Bilmenin bilgisi”. Makamına biraz ter mi bastı ne. Oysa top onun elindeyken üstelik sürekli elindeyken ne güzel eğleniyordu. Topu elinden aldım diye mızıkçılık etti. “İşim gücüm var benim, oynamayalım”. “Ama benim işim gücüm yok, haydi oynayalım” diye ısrar ettim. Çantamdan resimlerimi çıkarıp kucağıma koydum. “Fark etmekten bahsediyorum. Her şeyin farkındayım ben. Eskiden televizyon seyrederdim. Çekirdek çitleyerek hem de. Açılma çıt çıt başladı. Çekirdek boyu kadar, çıt çıt sesinde. Yavaş yavaş oldu yani”. Onun zamanı benimki kadar değersiz olamazdı tabii. Aceleciydi. “Ne açılması, ne çıt çıtı yahu?” diye çıkıştı. “Zihin açılması”. Sustum. Sustu. İyi; kendi bilirdi. Devam ettim. Dinlesindi o zaman. "Okul biter bitmez bir bankada işe başlamadım. Önce süründüm sonra başladım. Dört yıl sonra banka beni kustu. Uyumluydum, çalışkandım, ne denirse yapardım oysa. Belki de sırf bu yüzden o uzun listelerindeydi adım. Bankalar küçülürken böyle ediyorlarmış demek ki diyerek o sorduğunuz kuyruğum var ya işte onu bacaklarımın arasına kıstırıp başladığım yere döndüm. Kuyruğumu o günlerde kaybettim herhalde. Ne yapalım, şans işte; kötü şans. Sonrasını biliyorsun Sami Ümit". Gülesim geldi haline. Acaba beni tanıyordu da hatırlayamıyor muydu? Sırtını dayadığı koltuğu gıcırdadı. Doğruldu. Aslında beni gönderecekti ne ki azıcık merak etmeseydi. Azıcık tabii. "Önceden mi tanışıyoruz Melek Hanım?". Resimlerimi karıştırdım. "Yok. Yok da sonrasını bilmelisin diye öyle söyledim. İnsan işsiz kalınca hele ki bu insan babasız evin tükürdüğüm çarkına su dökmek zorundaysa ne yapar? Senin sorularından daha kolay Sami Ümit. Bakma öyle. İş arar iş". Sıkıldım. Çekirdek kabuklarının boğazıma niye takıldıklarını anlatmaktan vazgeçtim. Bu kare kafalı adamın zihnine kendi zihin açılma yolculuğumu sokmaya gönlüm elvermedi. Ama sonra birden resimlerim geldi aklıma. Baksındı. Görsündü. Ondan sonra belki de anlatırdım. Kucağımdakileri uzattım, "Bakın" dedim, “Bunları ben çizdim”. Hepsine tek tek baktı sağolsun. Sonra bana; boş boş. Gözleri bomboştu. Ayağa kalktı, eliyle kapıyı göstererek "İyi günler Melek Hanım" dedi. Kibar değildi. Anlarım ben. Alışkınım çünkü. Acıdığından öyleydi sesi. Gösteririm ben sana Sami Ümit; bir de senin gibilerine; sonra herkese.
            Anneme kısa bir mektup yazdım. "Sevgili Annem". Başlık ne güzeldi. Devamı berbat. "Ben büyüdüm anne. Zihnen tabii. Ben buna zihin açılması diyorum. Bu açılma sayesinde Zalim'i tanıdım. Sen onu bin yıl geçse de tanıyamazsın. Çünkü küçük kalmışsın anne. Büyümen lazım. Korkma her zihin açılmasının sonu böyle olmaz. Hatta, ortalama bir hayat için gerekli konforu satın alabilecek kadar paran varsa çok anlamlı bile olabilir. Düşünsene anne, hem her şeyin farkındasın hem de rahatın yerinde. Ne güzel resimler çizersin o zaman. İstediğin renge boya, istediğin şekle sok. Paran yok bilgin çok. Olmuyor anne. Bana fark etmeyi sağlayan bilgi artık canıma batıyor. Daha fazla dayanamıyorum. Kusura bakma". Vermedim tabii. Çatır çatır inadına yaşayan, ölenin halinden ne anlardı? Yırttım kâğıdı. İyice. Bir avuç yazıyı yuttum sonra. İntihar mektubum midemde gittim.
            Anneme kısa bir mektup yazmadım. Bağırdım. O gün kırdım kalbini. Oysa ne gerek vardı ki? Giderayak helalleşmek varken yani. Elli beş yıllık ömrüne emanet bakan acınası bu kadına ettiğim eziyet saçmasapandı. Ama buna da hakkım vardı. Çünkü ölmek istiyordum. Üstelik sadece istemiyordum; ölecektim de. Bu yüzden son saatlerimde saçmalayabilirdim. Yoksa ne diye öyle öğretmencilik oynayayım ki? “Bak anne. Bunun adı direniş. Direnemezsen kanadın kırılır, uçamazsın. Uçamayınca da yok olur gidersin. Ölürsün yani. Direnmek adına değil; direnemediğin için işte. Anla. Televizyonu açma. Açma kadın. O kahrolasıcayı en çok orada görüyorum. Kabuklar boğazımı yırtıyor artık. Çitleme. Çıt çıt, delirtiyor. Çaresizliğine nasıl bakabiliyorsun; çekirdek çitleyerek hem de. Yapma anne. Değiş anne, seyretme. Rahmetli babacığım kadar olsan da yeter. Hatırla; karşı komşu penceredeyken beni kucağına almazdı. Kızardın. Biraz sev şu çocuğunu derdin. Severdi ama komşu yokken. Komşunun babasız çocuğu imrenip de üzülmesin diye. Komşu, babamla beni öyle baba-kız görünce dayanma gücü tükenmesin diye. Babam komşudan utanırdı. Onun yoksunluğundan. Daha doğrusu kendi varsıllığından. Biz de utanalım anne. Niye mi? Seyretme bağımlısı olduğumuz için anne”. Sami Ümit’e değil ama anneme haddini bildirdim. Sırf bu yüzden bile ölmeye değerdi. İşte bu kadar zavallı olduğum için çıktım o soğuk demire.
            Otobüsten indim. Anadan üryan soyundum. Çıktım. Atladım. Bu kadar basit. Bir de yaptığıma deli işi diye bakmasınlar mı arkamdan? Ölmeyi seçecek kadar akıllıyım ben. Yani akıllıydım; yaşarken tabii. Güleç bir yüzüm varmış. Gönlüm yaşamaya doymamış. Her şeye rağmen hayat güzelmiş, inadına arsızca yaşanmalıymış. Herkesin paşa gönlü bilir. Öldüm çok şükür ama tıkırtı durmadı. Zalim’in çarkı tıkır tıkır tıkır…

 yirmi beş mayıs 2014’te Boğaziçi Köprüsü’nden çırılçıplak atlayan güleç kıza…



Sözcükler Dergisi 52. (Kasım-Aralık 2014/6) Sayısında Yayımlanmıştır.