“Bütün
bunları öğrendim ve artık geri dönüşü yok.
Cahillik
bir zamanlar sonsuz mutluluktu.”
Chuck
PALAHNIUK
Köprü üstünde böyle bir durak olduğunu bilmiyordum.
Varmış meğer. Şoföre ölmek istediğimi haykırınca orada durdu. Kimse umursamadı
bunu. Hiç şaşırmadılar da. Demek uzun zamandır vardı bu ölüm durağı. Yoksa bir
Allah’ın kulu da demez miydi ne ölmesi yahu, durdurun şunu; otobüsü değil şu
kadını. Sonra kolumdan tuttuğu gibi beni, yeniden içeri alırdı; hayata. Alır
mıydı? Almasındı canım. Zaten böylesi çok iyi oldu. Varlığımı yok saymaları
yani. Çünkü gerçekten yok olmak istiyordum. O gün.
“Melek” diye seslendi annem. “Bak Melek”. “Bakamam anne”.
Duymadı beni. Duymaz ki. Kanepenin dibine çöktü. Omuzlarında elli beş kiloluk
yükle. Son dört yıldır oralarında taşıyordu beni. Derin bir nefes aldı.
Anlaşıldı. Yine bir iş vardı. Gerçek iş. Konunun o iki harflik esas kısmına
gelmeden önce eveleyip gevelerken ben de terini soludum. Çekirdek kavruğu gibi
kokuyordu. Annemi yiyesim geldi. Ben onu öyle çıtır çıtır yerken o da beni
sevseydi keşke. O zaman belki biraz düzelirdi soluğumdaki hırıltı. Nefes
alamıyorum; hem de uzun zamandır. Tıkanıyorum. Bazı sabahlar kanatlı
uyanıyorum. Ama yerim o kadar dar ki değil uçmak, şöyle gerine gerine
açamıyorum bile onları. Bazen de simsiyahım. Öyle ki annem korkudan giremiyor
odaya, kapının deliğinden veriyor kahvaltımı. Daralmanın darlığı artıp tenime
değdi değecek olduğundan mı yoksa annemi görmeyi istemediğimden mi bilmiyorum, artık
kanat manat yok. Sadece siyahım son zamanlarda. Üstelik sabahları da değil,
hep. Çamur gibiyim. Daha çok da bataklık. Annem bende çırpınıyor. Çırpındıkça
da batıyor. Aslında benim batan. Uçabilseydim böyle olmazdı. Dünyayı
kanatlarıma dar eden Zalim’e gücüm yetmiyor. Kızım dedi annem; bir şans daha
ver kendine, bir kalk, bir git, harekette bereket vardır ne de olsa. Annem
bilmiyor tabii. Daha doğrusu tanımıyor, tanımak istemiyor Zalim’i. Bilerek
değil tabii. Kafası günlük telaşla dolu. Bir de çok şükrediyor haline. Hiçbir
felaket annemin aklının pasını alamaz. Telaş neyse de keşke o kadar şükretmese,
biraz şikayet etse belki de kendini olmasa da gölgesini görebilirdi Zalim’in.
Aslında annemin böyle olması da O’nun işi. Dayanamıyorum artık. Anneme cevap
vermedim, resimlerimi gösterdim. Ağladı. “Bak ne güzeller anne”. Burnunu çeke
çeke seyretti beni. Bekledi sabırla. Çünkü öyle yavaştım ki. Yatağımın altından
tek tek çıkardım onlarca kâğıdı. Hıçkırarak aldı elimden uzattığım her biri bir
diğerinden kıymetli eserlerimi. Kızım dedi, bu kâğıtlar bembeyaz. Hepsini
beyaza boyadım da ondan. İyi yapmış mıyım anne? Başını salladı, burnunu bir
iyice çekti, gözlerini sildi. Savaş hazırlığıydı bu. Haklıymışım. Saldırdı. Bu
kâğıtlar boş, bomboş, boş işte, kör müsün? Yine yaptı yapacağını, kendi
görmezliğini bana yansıttı. Onun gözlerini değil ben, uzmanların da uzmanı
gelse açamaz. Başına taş düşse de olmaz. Patlarsa; belki… Çünkü annem için
görmemek artık yemek yemek gibi; alışkanlık da değil ihtiyaç yani. Yoksa benim
gibi olur. Ölür.
Rüyamda küçük bir kız çocuğuyum. Komşu bahçede oynamak
için duvarlardan atlıyorum. Oynayamadan düşüp ölüyorum. Kan ter içinde uyandım.
Bir resim daha çizdim, kendime geldim. Annem bilmem kaçıncı kez yine aynı
yüküyle geldi yanıma. Bir git şu adrese ne olur. Kendime o kadar acıdım ki
kabul ettim sonunda. Karşımdaki zavallı, göbek atmaya başladı. Onu zıp zıp
göbeğiyle bıraktım. Tam çıkıyordum durdu, durdurdu. Adamın siyah takım elbisesi
var, dedi. Gerçekten dedi mi yoksa bana verdiği o buruşuk kâğıttaki ismin
kuyruğundaki koca harfli BEY mi beynime o görüntüyü soktu bilmiyorum. Ama işte
gidiyorum, siyaha doğru simsiyah. Adamın adı Sami, soyadı Ümit, makamı Bey, işi
büyük iş. Bense; anneme, annemin dedikodu ortağı komşuya, beni odamda bırakan
en yakın arkadaşıma, eşe dosta, sorana sormayana kısacası resimlerime boş boş
bakan herkese göre işsiz. İşli olmak beni ne kadar iyileştirecekti acaba? Denemeye
değmezdi. Yine de denedim. Son kez.
Rüyamdaki küçük kız çocuğu “bize gelmeyin” dedi. Aslında
bahçemize. Çünkü son zamanlarda orada hep kuşlar ölüyor. Annem bıktı kuş
gömmekten. Çok kızıyor. Niye öldüklerini bilmediği için bu kadar kızgın.
Korkuyorum onlardan. Zaten annemin kızı da öldü. Bana göstermediler yüzünü
unutamam diye. Unutmazsam da herkes gibi yaşayamam diye. Deli olurmuşum.
Uyanınca delirdim. Anneme bağırdım. Oda oda dolaşıp çıldırdım. Anne, senin
yüzünden anne. Babam kadar utanabilseydin böyle olmazdı. Utanmaz kadın
neredesin? Etlerim dökülüyor, neredesin? Her yerim sızlıyor neredesin? Annem
evde yoktu. Sami Ümit’e gittim. Güzel giyinmişim. Hayret, saçlarımı da
taramışım. Hatta Sami Ümit’e gülümsemişim. Bu tören benim törenim. Cenaze.
Sami Ümit sadece bir takım elbise. Siyahından hem de. O
Zalim’in kapıcısı; o kadar. Bu yüzden onun bir suçu yok bu cinayette. Aslında
var. Kapıcısından odacısına, doktorundan avukatına, aklı baliğ olmuş erkeğinden
kadınına kadar herkes suçlu ne ki arkalarını döndülerse, sustularsa, gözlerini
yumdularsa. Döndüler, sustular, yumdular da ondan öyle oldum ben. Anlayamadım
dedi kibirli Sami. Anlatmama fırsat vermeden devam etti. Haklıydı. Fırsat
vermemeliydi makamı gereği. Hatta makamı şöyle dursun öyle kasıla kasıla
konuşuyordu ki artık Sami Ümit olmak tüm yapıp ettiklerinin tek nedeniydi.
Oturduğu yerden bakınca, kendine göre tabii. Ben bit kadar mıydım, neydim?
Değildim değil. Ama gel de bunu bu siyahlıya anlat. Anneme bile anlatamadığımı
buna mı? Üstelik annemin bile anlamadığını bu mu? Sami Bey ne anlatıyorsa
anlatsındı ama artık canımı acıtmasındı. Neyse ki soru sormaya başladı da ağzım
açıldı. Hevesim boşa çıktı. Çünkü bir evet bir hayır dedim sustuğu o soğuk
boşluklarda. Kuyruk acısı olmasaydı son kez hayır der defolup giderdim. O
kaşındı. Kuyruğum var mıymış? “Peki Melek Hanım iyi hoş da kuyruğunuz var mı
siz onu söyleyin bakalım”. Bir kuyruğum eksikti iş için. Yok diye ağlamaya
başladım. Hem de hıçkıra hıçkıra. Sami Ümit ise o siyah elbisesi içinde jilet
gibiydi. Sadece baktı. Sinirlerim iyice bozuldu. Salya sümük saldım kendimi.
Hıçkırdım, sümkürdüm, rahatladım. “Biliyor musun?”. Kendime gelmişim hem de
beyefendiyi çay bahçesindeki herhangi bir sohbet kişisi mertebesine indirecek
kadar bir özgüvenle. Siz yok artık, hep sen, sen, sen. Sormak güzelmiş. Haydi
cevap versindi bakalım. Bir de biz bakalım “bakalım”. “Neyi?” diye azarladı
sanki. “Bilgiyi” dedim. “Ne bilgisi?”. “Bilmenin bilgisi”. Makamına biraz ter
mi bastı ne. Oysa top onun elindeyken üstelik sürekli elindeyken ne güzel
eğleniyordu. Topu elinden aldım diye mızıkçılık etti. “İşim gücüm var benim,
oynamayalım”. “Ama benim işim gücüm yok, haydi oynayalım” diye ısrar ettim.
Çantamdan resimlerimi çıkarıp kucağıma koydum. “Fark etmekten bahsediyorum. Her
şeyin farkındayım ben. Eskiden televizyon seyrederdim. Çekirdek çitleyerek hem
de. Açılma çıt çıt başladı. Çekirdek boyu kadar, çıt çıt sesinde. Yavaş yavaş
oldu yani”. Onun zamanı benimki kadar değersiz olamazdı tabii. Aceleciydi. “Ne
açılması, ne çıt çıtı yahu?” diye çıkıştı. “Zihin açılması”. Sustum. Sustu. İyi; kendi bilirdi. Devam ettim. Dinlesindi o
zaman. "Okul biter bitmez bir bankada işe başlamadım. Önce süründüm sonra
başladım. Dört yıl sonra banka beni kustu. Uyumluydum, çalışkandım, ne denirse
yapardım oysa. Belki de sırf bu yüzden o uzun listelerindeydi adım. Bankalar
küçülürken böyle ediyorlarmış demek ki diyerek o sorduğunuz kuyruğum var ya
işte onu bacaklarımın arasına kıstırıp başladığım yere döndüm. Kuyruğumu o
günlerde kaybettim herhalde. Ne yapalım, şans işte; kötü şans. Sonrasını
biliyorsun Sami Ümit". Gülesim geldi haline. Acaba beni tanıyordu da
hatırlayamıyor muydu? Sırtını dayadığı koltuğu gıcırdadı. Doğruldu. Aslında
beni gönderecekti ne ki azıcık merak etmeseydi. Azıcık tabii. "Önceden mi
tanışıyoruz Melek Hanım?". Resimlerimi karıştırdım. "Yok. Yok da
sonrasını bilmelisin diye öyle söyledim. İnsan işsiz kalınca hele ki bu insan
babasız evin tükürdüğüm çarkına su dökmek zorundaysa ne yapar? Senin
sorularından daha kolay Sami Ümit. Bakma öyle. İş arar iş". Sıkıldım.
Çekirdek kabuklarının boğazıma niye takıldıklarını anlatmaktan vazgeçtim. Bu
kare kafalı adamın zihnine kendi zihin açılma yolculuğumu sokmaya gönlüm
elvermedi. Ama sonra birden resimlerim geldi aklıma. Baksındı. Görsündü. Ondan
sonra belki de anlatırdım. Kucağımdakileri uzattım, "Bakın" dedim,
“Bunları ben çizdim”. Hepsine tek tek baktı sağolsun. Sonra bana; boş boş.
Gözleri bomboştu. Ayağa kalktı, eliyle kapıyı göstererek "İyi günler Melek
Hanım" dedi. Kibar değildi. Anlarım ben. Alışkınım çünkü. Acıdığından
öyleydi sesi. Gösteririm ben sana Sami Ümit; bir de senin gibilerine; sonra
herkese.
Anneme kısa bir mektup yazdım.
"Sevgili Annem". Başlık ne güzeldi. Devamı berbat. "Ben büyüdüm
anne. Zihnen tabii. Ben buna zihin açılması diyorum. Bu açılma sayesinde
Zalim'i tanıdım. Sen onu bin yıl geçse de tanıyamazsın. Çünkü küçük kalmışsın
anne. Büyümen lazım. Korkma her zihin açılmasının sonu böyle olmaz. Hatta,
ortalama bir hayat için gerekli konforu satın alabilecek kadar paran varsa çok
anlamlı bile olabilir. Düşünsene anne, hem her şeyin farkındasın hem de rahatın
yerinde. Ne güzel resimler çizersin o zaman. İstediğin renge boya, istediğin
şekle sok. Paran yok bilgin çok. Olmuyor anne. Bana fark etmeyi sağlayan bilgi
artık canıma batıyor. Daha fazla dayanamıyorum. Kusura bakma". Vermedim
tabii. Çatır çatır inadına yaşayan, ölenin halinden ne anlardı? Yırttım kâğıdı.
İyice. Bir avuç yazıyı yuttum sonra. İntihar mektubum midemde gittim.
Anneme kısa bir mektup yazmadım.
Bağırdım. O gün kırdım kalbini. Oysa ne gerek vardı ki? Giderayak helalleşmek
varken yani. Elli beş yıllık ömrüne emanet bakan acınası bu kadına ettiğim
eziyet saçmasapandı. Ama buna da hakkım vardı. Çünkü ölmek istiyordum. Üstelik
sadece istemiyordum; ölecektim de. Bu yüzden son saatlerimde saçmalayabilirdim.
Yoksa ne diye öyle öğretmencilik oynayayım ki? “Bak anne. Bunun adı direniş.
Direnemezsen kanadın kırılır, uçamazsın. Uçamayınca da yok olur gidersin.
Ölürsün yani. Direnmek adına değil; direnemediğin için işte. Anla. Televizyonu
açma. Açma kadın. O kahrolasıcayı en çok orada görüyorum. Kabuklar boğazımı
yırtıyor artık. Çitleme. Çıt çıt, delirtiyor. Çaresizliğine nasıl
bakabiliyorsun; çekirdek çitleyerek hem de. Yapma anne. Değiş anne, seyretme.
Rahmetli babacığım kadar olsan da yeter. Hatırla; karşı komşu penceredeyken
beni kucağına almazdı. Kızardın. Biraz sev şu çocuğunu derdin. Severdi ama
komşu yokken. Komşunun babasız çocuğu imrenip de üzülmesin diye. Komşu, babamla
beni öyle baba-kız görünce dayanma gücü tükenmesin diye. Babam komşudan
utanırdı. Onun yoksunluğundan. Daha doğrusu kendi varsıllığından. Biz de
utanalım anne. Niye mi? Seyretme bağımlısı olduğumuz için anne”. Sami Ümit’e
değil ama anneme haddini bildirdim. Sırf bu yüzden bile ölmeye değerdi. İşte bu
kadar zavallı olduğum için çıktım o soğuk demire.
Otobüsten indim. Anadan üryan
soyundum. Çıktım. Atladım. Bu kadar basit. Bir de yaptığıma deli işi diye
bakmasınlar mı arkamdan? Ölmeyi seçecek kadar akıllıyım ben. Yani akıllıydım;
yaşarken tabii. Güleç bir yüzüm varmış. Gönlüm yaşamaya doymamış. Her şeye
rağmen hayat güzelmiş, inadına arsızca yaşanmalıymış. Herkesin paşa gönlü
bilir. Öldüm çok şükür ama tıkırtı durmadı. Zalim’in çarkı tıkır tıkır tıkır…
yirmi beş mayıs 2014’te Boğaziçi Köprüsü’nden çırılçıplak atlayan güleç
kıza…
Sözcükler Dergisi 52. (Kasım-Aralık 2014/6) Sayısında Yayımlanmıştır.
Sözcükler Dergisi 52. (Kasım-Aralık 2014/6) Sayısında Yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder