Uyudum uyandım. Uyudum uyandım.
Uyudum uyandım. Uyudum uyandım. Uyudum uyandım. Hemen sıkıldın. Devam et.
Uyudum uyandım. Uyudum uyandım. Uyudum uyandım. Uyudum uyandım. Bu kadar da
değil mi? Ne kadar peki? Hayatın ne kadar? Uyudum uyandım. Uyudum uyandım.
Bunun arasında ne kadar? Uyudum uyandım. Uyudum uyandım. Uyudum uyandım. Uyudum
uyandım. Uyudum uyandım. Ne oldu? Okumasına gelince bıkıyorsun. Yaşaması daha
mı kolay; bıktırmıyor mu? Yaşaması. Uyudum uyandım arası; dolmuyor mu? Uyudum
uyandım. Uyudum uyandım. Uyudum uyandım. Uyudum uyandım. Tamam anladım tamam.
Anlamak; bunu isteyen kim? Uyudum uyandım. Uyudum uyandım. Uyudum uyandım. Dur
bir dakika. Durmam; çünkü durmaz. Uyudum uyandım. Uyudum uyandım. Uyudum
uyandım. Yılan sırtında bir kuş. (Ha gayret) Bülbülün şarkısını söylüyor
bataklıktaki boğaya. Ben ise ölüm olmasın diye, bir o çiçeğe, bir bu çiçeğe.
Ulaşmalı ölümsüzlük çiçeğine. Ölüm boğa, yılan zaman, söylemek yetmez kanatlan.
Aklımın içinde kuş sesleri; artık kanatlarım var… Hayal gücü. Düz çizgi
kırıldı. Kırdın. Çok şükür. Yoksa bütün hayatın; uyudum uyandım.
Boş bir kâğıdım vardı; bir de ben. Önümde bembeyaz bir
boşluk. Arkadaşlarım yazıyordu. Herkes kendi kâğıdına; kendince. Kürsüdeki
takım elbiselinin emriyle; acaba ne? Bekledim. Sözcükleri değil. Ne olursa
olsun yazmayacağıma göre elbette onlar değildi beklediğim. Ben, bana özel emri
bekliyordum. Neyse ki geldi; evladım etrafına bakma da yaz. Sizin söylediğiniz
konuda yazmak istemiyorum. Boş kâğıt vereceğim. Bir emir daha; yaz. Peşi sıra
tehdit; yoksa basarım sıfırı. Tek söz etmeden cevap verdim; eylemle. Boşluğun
en beyaz yerine adımı, soyadımı, numaramı yazıp takım elbiseye iliştirdim
kâğıdı beni bir iyice bilsin diye. Çok kızdı. Bağırdı. Anlayacağını hatta ondan
da ileri, bana notlar üstü kıymet vereceğini zannederken öyle yaptı ne yazık
ki. Oysa istediği kompozisyonu yazmamıştım ama kâğıdımda önemli bir şey vardı;
ben. Sınıftan çıkarken arkamdan seslendi; seni köpek seni, ne yapmaya
çalışıyorsun? Hayal gücümü kullanıyorum. Emriniz arkadaşlarımın ellerinde demir
kesiyor ama bu da benim hayalimdi öğretmenim; size itiraz etmek. Çıktım.
Yanaklarım yanarken, dudaklarım onlara doğru kaymıştı. Yaşayan bilir; müthişti.
Gel Edi. Başlayalım. Seyrimize. Başladı, bitti. Yazınca
ne kolay! Kabul etmesi bile. Başlar, biter; her şey. Bu kadar. İkisi
arasındakine; sürece, sürene ne denir? Ömür mü? Büyüklenmek boşuna. Bir adres
yeter hatırlamaya ya da yüzleşmeye; mezarlık. Sadece çürüyeceğim için değil,
istisnasız herkes çürüyeceği için kibirlenmem soytarılık; büyük kim? Sonun,
sonlusun; ölüm. Büyük değil, sadece bir avuç toz ile topraksın. Filmin şarkısı
bunu söylüyor; dinliyoruz. Hani hayal gücüne güzelleme olan film; kontrol
limitlerini bu güçle aştıran. Kontrol. Limit. Zorlamalı; iyice zorlamalı ki
gerçek gücün ne olduğu, kimde olduğu ortaya çıksın. Kovboy bu yüzden görevde.
Film:
Sokakta oynayan çocuklara sormalı kim kimdir neyin
nesidir diye; çocuktan al haberi. Yalnız adam bir gangster değildi, onlar bu
bilgiyi iyice netleştirdi. O hınzır meraklarıyla düştüler peşine; güle oyna,
birbirlerini ite kaka. Sordular; sen Amerikan gangsteri misin? Öğrendik, daha
doğrusu emin olduk; değilmiş. Öyleyse kim bu yalnız adam; diğer filmlerdeki
yalnızlara hiç ama hiç benzemeyen? Kendini gizleyen biri; gizemli. Yalnız adam
kontrollüydü; fazlasıyla. İradesinin limit çizgisine varasıya. Görevini yerine
getirene kadar onu güçsüz kılacak, zor durumda bırakabilecek bedenine
hükmederek; konuşmak yok; uyumak, sevişmek, çok yemek yok. Özdeşlik kurmak
şöyle dursun, kim olduğunu bile anlayamadım; varamadım kendisine. Anlayabilmek
için benzetmekten başka yolum kalmadı. Kovboy. Kasaba barından meydandaki
kafeye, bira köpüğünden espresso köpüğüne, gün batımında at sırtında gidişten o
kararlı yürüyüşe geçiş; işte size İspanya’da modern bir kovboy. Şapkası, atı,
çizmesi, mahmuzu, silahı yok ama o meşhur spagetti western filmlerindeki
kovboylar gibi gizemli bir yalnızlığı; delici, kararlı bakışları var. Neye
kararlı; özgürlüğe. Havaalanında gerçekleşen bir değiş tokuş; kendimi verdim, kovboyu
aldım. Film orada başlayıp orada bitiyor. Görev; takım elbiseli, ayakkabılar
boyalı, limit zorlamalı. Özgürlük; eşofmanlı, spor ayakkabılı, limit aşıldı.
Sonra yeniden değiş tokuş; özgürlüğümü aldım yani kendimi, kovboyu verdim.
Böylece görev tamamlanmış oldu. Havaalanından çıkış; film bitti. Yalnız adam
giderken arkası dönüktü ama eminim ki dudakları yanan yanaklarına doğru
kaymıştı. Müthiş.
İspanyolca biliyor musun? İspanya’da bu dilde anlatır,
anlar insanlar; ana dil. Kovboy başını iki yana sallar, hayır der. Öyleyse
küresele geçelim. Dünyayı sözüm ona sınırsızlaştırıp dilde birleştirene;
İngilizce. Bu dille ne kadar da evrenselizdir; küresel. Kapitalizmin ana dili;
can you speak english. İspanya’da bile. Bile mi? Her yerde. Dil mi kültürden
çıktı, kültür mü dilden; yumurta tavuk yumurta. İspanya’da İspanyolca
konuşmadan yaşanır ama güdük kalınır; kültüre. Kem küm gider hayat. Önemli mi?
Ne de olsa insanlığı kem kümden, elin dilini keke keke ederek ağzımda dilim
şiştilerden kurtaran, çok şükür başka dile muhtaç ettirmeyen bir dil var zaten.
Ama ille de kültür; yerelin rengi. İşte o renk için soruluyor aynı soru kovboya
her buluşmada, kapitalizmin ana diline başkaldırı olarak; İspanyolca biliyor
musun? Bilmiyorsun! Peki, bir ihtimal müzikle ilgileniyor musun? Hayal gücüne
can verecek, seni bu güçle duvarların içinden geçirecek bir şeye ilgin var mı;
bir ihtimal de olsa, var mı? Gitarlara, bohemlere, felsefeye, sinemaya,
moleküler bilime…
İspanyolca bilmeyebilir ama diller üstü bir şeye sahip
olabilir; onunla anlayıp, anlatabilirsin. Sanat, bilim, felsefe. Bu kıymetli
sahiplik için ise ihtiyacın olanı biliyorsun kovboy; hayal gücü. Sende bu güç
yoksa güçlenir; paranın sahibi. Hani film boyunca kendisi değil ama kara
gölgesi seni izleyen korkak; kara takım elbiseliler, başını ne zaman göğe
çevirsen gördüğün helikopter. Ses geçirmez duvarlar arasında saklanan cismidir;
yanıltmasın seni. Ruhu her yerdedir namussuzun. Hatta o kadar ki artık dünya
onun ruhuyla dönüyor; büyük sahip. İşte görevin: bu bencil, bu zalim, bu hain
sahibi; bir adı da kapitalizm mi acaba; yok etmek. Öyle bir kara takım
elbiselinin cismani gidişi ile dünya kurtulmaz mı? İyi öyleyse, otur oturduğun
yerde; uyudum uyandım, uyudum uyandım…Sendekinin ne olduğunu hiç bilme; korkağa
boyun eğ. Korkak tabii. Elini kolunu sallayarak oradan oraya giden sensin. Bir
de ona bak; duvar duvar içinde, kapısında eli silahlı kırk koruma. Sendeki; düz
çizgiyi kıran. İşte yöntemin; kontrol limitlerini zorlamak. Zalimin zulmü varsa
senin de bir bedenin var. Hani en büyük zayıflığı mükemmel işleyişi olan beden;
uyku ister, yemek ister, seks ister, ister de ister. Sahibin pazarı bunlarla
dolu. Varsın dolu olsun ne ki kovboy bedenine irade zırhını geçirdiyse. Pazarın
gücüne karşılık, üst kontrol limitinde bir iradeyle donanımlı hayal gücü. Haydi
yola çıkma zamanı; görev büyük. Rota; kibrit kutularında. Kutular; sanatçının,
bilim insanının, filozofun elinde. Özgürlük ise haberin yok ama; sende. Sadece
sende.
“Gitar telini unutmuşsun. O tel ki…”. Sus Edi sus. Açık
verme. Biliyorum o tel ki! Ama bırakalım da seyredip görsünler. Kovboyumuzun
büyük sahibin kalesine yaptığı kısa ziyaretin sonucu: Ey kapitalizmin acımasız,
cahil, kara gücü; duvar içine değil, her fani gibi bir avuç toz ile toprağa. O
kadar. Arapçası şiir gibi, İspanyolcası şarkı; çaresizlik içinde inkâr edilen.
Son adres. Bu arada kapitalizmin kalesini gösteren krokinin bir Arap’ın elinde
olmasına ne demeli; kaderin cilvesi. Daha doğrusu yanlış hesabın Bağdat’tan
dönmesi. “Biliyorum; susmam gerek. İçime işleyip anlamak için susmak… Ama
filmin biz kibirli insanlara hatırlattığı o nihai adres rüyamı düşündürttü.
Mezarlık; ürperdim.”. Sakın anlatma. Filmle arama girme. Git de suya anlat seni
ürperten rüyanı. “Suya karışıp, aksın gitsin diye mi? Ama ben ondan kurtulmak
istemiyorum ki; korkunç bile olsa, ürperten, delirten, uykumdan hiç gitmeyen.
Benden habersiz bende ne olup bittiğinin kılavuzu; rüyam. Ne olur anlatayım da
anlayalım beraber; beni. Su sesine değil insana muhtacım; onun diline”.
Yalvarma Edi. Anlat, dinliyorum. “Güvercin dolu karanlık bir odada oturuyorum.
Karanlık dediğime bakma; kapkara değil. Oturduğum somyanın tam karşısında tahta
bir kapı, onun bir adım ötesinde solda bir de pencere var. O pencereden mavi
bir ışık vuruyor yerdeki güvercinlerin sırtına; sesleri uğultu. Yer pislik
içinde; kuş boku. Başım, dizlerim üstüne kitlediğim kollarımda; gözüm kapıda.
Güvercinler mavi ışıkta yüzüyor; sırtları kıpır kıpır. Yer kokuyor; burnumdan
beynime leş gibi. Gözümü kırpmadan, hiç kıpırdamadan bakıyorum. Ara ara
nefesimi tutarak hatta. Meğer seni bekliyormuşum. Önce pencereye dayadın
yüzünü, iki elin yanaklarında siper; içeri görünmedi. Göremedin beni,
güvercinleri, mavi rengi. Kapıdaydın. Yumrukladın. Sonra bağırdın; aç kapıyı.
Bakıyordum sadece. Bağırmaktan, yumruklamaktan yorulduğunda bir sessizlik oldu.
Güvercinler bile susmuştu. O kadar ki kulaklarım mavi ışığın sesini duydu.
Sonra yırtıldı sessizlik; diş bileyen gıcırtı. Kapı duvara yaslanana kadar
işkence. Açık kapının boşluğunu dolduran ay ışığında kapkara dikiliyordun.
Eşiği geçtin. Ama sonra bir adım bile atamadın; güvercinler. Yüzün
karanlıktaydı. Kollarımı yavaşça çözüp dizlerimi indirdim, ayaklarım somyadan
aşağı düştü. Belimi dikleştirip konuştum; tuhaf bir sesle. Yankılı gibi. Kapıyı
bekliyordum dedim. Başın titredi sanki. Bir yankı daha; açılmasını. Aslında
seni. Sonraki yankıyı yuttum. Ellerimi iki yanda gergince somyaya bastırdım.
Galiba ayağa kalkmaya davrandım; kalkamadım. Çünkü ayaklarım sadece vardı; iki
et kemik. Yürüyemiyordum. Sesine irkildim. Sana yakıştıramadığım bir ses; tiz,
senin sen olduğundan kuşkulandıracak kadar yabancı. Ne beklemesi diyorsun o
başka sesinle; bekleyemezsin. Çünkü sen diye devam ediyorsun, sen geçen hafta
öldün, hatta çürümüşsündür bile. Koku genzimi yakıyor, bağırıyorum. Kuşların
üstünden seke seke gelip, tam karşımda dikiliyorsun. Başını saran mavi ışığın
arasındaki yüzünü ancak seçebiliyorum; göz karanlığa alışınca. Yanakların
yoktu; gözlerin, dudakların. Yüzün çürümüştü. Haklısın diyorum; çürümüşüm. Şimdi
inandım sana. Ağlamaya başlıyorum; ölemem ben, ölmemeliyim. Güvercinler bensiz
perişan olur. Bir feryat, bir figan ki! İnsanın kendi ölümüne yası beter
şeymiş; korku, acı, tiksinti. Ağıt sürerken birden mavi ışık yere düşüyor.
Meğer güvercinler havalanmış. Kanat kanat kalabalık; toz, duman. Bir çürüyen
yüzüne, bir yere, bir başıma konup konup uçuyorlar. Beyaz kanatlı güzel kuşlar
bunlar ama delirip çirkinleşiyorlar. Yüzümüzü yediler. Ter içinde uyandım.
Uyanmasam gerçekten ölürdüm herhalde. İşte böyle. Ne diyorsun?”. Elinin körü
diyorum Edi. Film aklını nasıl kışkırttıysa artık, rüyaya değil kurguya
yatmışsın. Böyle rüya görülür mü; uydurulur. Her uydurulan da düz çizgiyi
kırmaz bilesin. Hayal gücünün filmdeki gibi duvarların içinden geçmesini
istiyorsan önce kendini kontrol etmelisin; iradeni yönet. Çünkü Edi’m, su uyur
düşman uyumaz. Baksana kovboyumuza; uykusuzluğuna. Böylesinden feyzal
dostum. Kolumdan çık bakalım. İyi
uykular sana ya da uyanışlar…
NOT: Film, Kontrol
Limitleri
Yönetmen; Jim JARMUSCH
Yönetmen; Jim JARMUSCH