22 Nisan 2016 Cuma

İSPANYA'DA BİR KOVBOY

           Uyudum uyandım. Uyudum uyandım. Uyudum uyandım. Uyudum uyandım. Uyudum uyandım. Hemen sıkıldın. Devam et. Uyudum uyandım. Uyudum uyandım. Uyudum uyandım. Uyudum uyandım. Bu kadar da değil mi? Ne kadar peki? Hayatın ne kadar? Uyudum uyandım. Uyudum uyandım. Bunun arasında ne kadar? Uyudum uyandım. Uyudum uyandım. Uyudum uyandım. Uyudum uyandım. Uyudum uyandım. Ne oldu? Okumasına gelince bıkıyorsun. Yaşaması daha mı kolay; bıktırmıyor mu? Yaşaması. Uyudum uyandım arası; dolmuyor mu? Uyudum uyandım. Uyudum uyandım. Uyudum uyandım. Uyudum uyandım. Tamam anladım tamam. Anlamak; bunu isteyen kim? Uyudum uyandım. Uyudum uyandım. Uyudum uyandım. Dur bir dakika. Durmam; çünkü durmaz. Uyudum uyandım. Uyudum uyandım. Uyudum uyandım. Yılan sırtında bir kuş. (Ha gayret) Bülbülün şarkısını söylüyor bataklıktaki boğaya. Ben ise ölüm olmasın diye, bir o çiçeğe, bir bu çiçeğe. Ulaşmalı ölümsüzlük çiçeğine. Ölüm boğa, yılan zaman, söylemek yetmez kanatlan. Aklımın içinde kuş sesleri; artık kanatlarım var… Hayal gücü. Düz çizgi kırıldı. Kırdın. Çok şükür. Yoksa bütün hayatın; uyudum uyandım.
            Boş bir kâğıdım vardı; bir de ben. Önümde bembeyaz bir boşluk. Arkadaşlarım yazıyordu. Herkes kendi kâğıdına; kendince. Kürsüdeki takım elbiselinin emriyle; acaba ne? Bekledim. Sözcükleri değil. Ne olursa olsun yazmayacağıma göre elbette onlar değildi beklediğim. Ben, bana özel emri bekliyordum. Neyse ki geldi; evladım etrafına bakma da yaz. Sizin söylediğiniz konuda yazmak istemiyorum. Boş kâğıt vereceğim. Bir emir daha; yaz. Peşi sıra tehdit; yoksa basarım sıfırı. Tek söz etmeden cevap verdim; eylemle. Boşluğun en beyaz yerine adımı, soyadımı, numaramı yazıp takım elbiseye iliştirdim kâğıdı beni bir iyice bilsin diye. Çok kızdı. Bağırdı. Anlayacağını hatta ondan da ileri, bana notlar üstü kıymet vereceğini zannederken öyle yaptı ne yazık ki. Oysa istediği kompozisyonu yazmamıştım ama kâğıdımda önemli bir şey vardı; ben. Sınıftan çıkarken arkamdan seslendi; seni köpek seni, ne yapmaya çalışıyorsun? Hayal gücümü kullanıyorum. Emriniz arkadaşlarımın ellerinde demir kesiyor ama bu da benim hayalimdi öğretmenim; size itiraz etmek. Çıktım. Yanaklarım yanarken, dudaklarım onlara doğru kaymıştı. Yaşayan bilir; müthişti.
            Gel Edi. Başlayalım. Seyrimize. Başladı, bitti. Yazınca ne kolay! Kabul etmesi bile. Başlar, biter; her şey. Bu kadar. İkisi arasındakine; sürece, sürene ne denir? Ömür mü? Büyüklenmek boşuna. Bir adres yeter hatırlamaya ya da yüzleşmeye; mezarlık. Sadece çürüyeceğim için değil, istisnasız herkes çürüyeceği için kibirlenmem soytarılık; büyük kim? Sonun, sonlusun; ölüm. Büyük değil, sadece bir avuç toz ile topraksın. Filmin şarkısı bunu söylüyor; dinliyoruz. Hani hayal gücüne güzelleme olan film; kontrol limitlerini bu güçle aştıran. Kontrol. Limit. Zorlamalı; iyice zorlamalı ki gerçek gücün ne olduğu, kimde olduğu ortaya çıksın. Kovboy bu yüzden görevde. Film:
            Sokakta oynayan çocuklara sormalı kim kimdir neyin nesidir diye; çocuktan al haberi. Yalnız adam bir gangster değildi, onlar bu bilgiyi iyice netleştirdi. O hınzır meraklarıyla düştüler peşine; güle oyna, birbirlerini ite kaka. Sordular; sen Amerikan gangsteri misin? Öğrendik, daha doğrusu emin olduk; değilmiş. Öyleyse kim bu yalnız adam; diğer filmlerdeki yalnızlara hiç ama hiç benzemeyen? Kendini gizleyen biri; gizemli. Yalnız adam kontrollüydü; fazlasıyla. İradesinin limit çizgisine varasıya. Görevini yerine getirene kadar onu güçsüz kılacak, zor durumda bırakabilecek bedenine hükmederek; konuşmak yok; uyumak, sevişmek, çok yemek yok. Özdeşlik kurmak şöyle dursun, kim olduğunu bile anlayamadım; varamadım kendisine. Anlayabilmek için benzetmekten başka yolum kalmadı. Kovboy. Kasaba barından meydandaki kafeye, bira köpüğünden espresso köpüğüne, gün batımında at sırtında gidişten o kararlı yürüyüşe geçiş; işte size İspanya’da modern bir kovboy. Şapkası, atı, çizmesi, mahmuzu, silahı yok ama o meşhur spagetti western filmlerindeki kovboylar gibi gizemli bir yalnızlığı; delici, kararlı bakışları var. Neye kararlı; özgürlüğe. Havaalanında gerçekleşen bir değiş tokuş; kendimi verdim, kovboyu aldım. Film orada başlayıp orada bitiyor. Görev; takım elbiseli, ayakkabılar boyalı, limit zorlamalı. Özgürlük; eşofmanlı, spor ayakkabılı, limit aşıldı. Sonra yeniden değiş tokuş; özgürlüğümü aldım yani kendimi, kovboyu verdim. Böylece görev tamamlanmış oldu. Havaalanından çıkış; film bitti. Yalnız adam giderken arkası dönüktü ama eminim ki dudakları yanan yanaklarına doğru kaymıştı. Müthiş.
            İspanyolca biliyor musun? İspanya’da bu dilde anlatır, anlar insanlar; ana dil. Kovboy başını iki yana sallar, hayır der. Öyleyse küresele geçelim. Dünyayı sözüm ona sınırsızlaştırıp dilde birleştirene; İngilizce. Bu dille ne kadar da evrenselizdir; küresel. Kapitalizmin ana dili; can you speak english. İspanya’da bile. Bile mi? Her yerde. Dil mi kültürden çıktı, kültür mü dilden; yumurta tavuk yumurta. İspanya’da İspanyolca konuşmadan yaşanır ama güdük kalınır; kültüre. Kem küm gider hayat. Önemli mi? Ne de olsa insanlığı kem kümden, elin dilini keke keke ederek ağzımda dilim şiştilerden kurtaran, çok şükür başka dile muhtaç ettirmeyen bir dil var zaten. Ama ille de kültür; yerelin rengi. İşte o renk için soruluyor aynı soru kovboya her buluşmada, kapitalizmin ana diline başkaldırı olarak; İspanyolca biliyor musun? Bilmiyorsun! Peki, bir ihtimal müzikle ilgileniyor musun? Hayal gücüne can verecek, seni bu güçle duvarların içinden geçirecek bir şeye ilgin var mı; bir ihtimal de olsa, var mı? Gitarlara, bohemlere, felsefeye, sinemaya, moleküler bilime…
            İspanyolca bilmeyebilir ama diller üstü bir şeye sahip olabilir; onunla anlayıp, anlatabilirsin. Sanat, bilim, felsefe. Bu kıymetli sahiplik için ise ihtiyacın olanı biliyorsun kovboy; hayal gücü. Sende bu güç yoksa güçlenir; paranın sahibi. Hani film boyunca kendisi değil ama kara gölgesi seni izleyen korkak; kara takım elbiseliler, başını ne zaman göğe çevirsen gördüğün helikopter. Ses geçirmez duvarlar arasında saklanan cismidir; yanıltmasın seni. Ruhu her yerdedir namussuzun. Hatta o kadar ki artık dünya onun ruhuyla dönüyor; büyük sahip. İşte görevin: bu bencil, bu zalim, bu hain sahibi; bir adı da kapitalizm mi acaba; yok etmek. Öyle bir kara takım elbiselinin cismani gidişi ile dünya kurtulmaz mı? İyi öyleyse, otur oturduğun yerde; uyudum uyandım, uyudum uyandım…Sendekinin ne olduğunu hiç bilme; korkağa boyun eğ. Korkak tabii. Elini kolunu sallayarak oradan oraya giden sensin. Bir de ona bak; duvar duvar içinde, kapısında eli silahlı kırk koruma. Sendeki; düz çizgiyi kıran. İşte yöntemin; kontrol limitlerini zorlamak. Zalimin zulmü varsa senin de bir bedenin var. Hani en büyük zayıflığı mükemmel işleyişi olan beden; uyku ister, yemek ister, seks ister, ister de ister. Sahibin pazarı bunlarla dolu. Varsın dolu olsun ne ki kovboy bedenine irade zırhını geçirdiyse. Pazarın gücüne karşılık, üst kontrol limitinde bir iradeyle donanımlı hayal gücü. Haydi yola çıkma zamanı; görev büyük. Rota; kibrit kutularında. Kutular; sanatçının, bilim insanının, filozofun elinde. Özgürlük ise haberin yok ama; sende. Sadece sende.
            “Gitar telini unutmuşsun. O tel ki…”. Sus Edi sus. Açık verme. Biliyorum o tel ki! Ama bırakalım da seyredip görsünler. Kovboyumuzun büyük sahibin kalesine yaptığı kısa ziyaretin sonucu: Ey kapitalizmin acımasız, cahil, kara gücü; duvar içine değil, her fani gibi bir avuç toz ile toprağa. O kadar. Arapçası şiir gibi, İspanyolcası şarkı; çaresizlik içinde inkâr edilen. Son adres. Bu arada kapitalizmin kalesini gösteren krokinin bir Arap’ın elinde olmasına ne demeli; kaderin cilvesi. Daha doğrusu yanlış hesabın Bağdat’tan dönmesi. “Biliyorum; susmam gerek. İçime işleyip anlamak için susmak… Ama filmin biz kibirli insanlara hatırlattığı o nihai adres rüyamı düşündürttü. Mezarlık; ürperdim.”. Sakın anlatma. Filmle arama girme. Git de suya anlat seni ürperten rüyanı. “Suya karışıp, aksın gitsin diye mi? Ama ben ondan kurtulmak istemiyorum ki; korkunç bile olsa, ürperten, delirten, uykumdan hiç gitmeyen. Benden habersiz bende ne olup bittiğinin kılavuzu; rüyam. Ne olur anlatayım da anlayalım beraber; beni. Su sesine değil insana muhtacım; onun diline”. Yalvarma Edi. Anlat, dinliyorum. “Güvercin dolu karanlık bir odada oturuyorum. Karanlık dediğime bakma; kapkara değil. Oturduğum somyanın tam karşısında tahta bir kapı, onun bir adım ötesinde solda bir de pencere var. O pencereden mavi bir ışık vuruyor yerdeki güvercinlerin sırtına; sesleri uğultu. Yer pislik içinde; kuş boku. Başım, dizlerim üstüne kitlediğim kollarımda; gözüm kapıda. Güvercinler mavi ışıkta yüzüyor; sırtları kıpır kıpır. Yer kokuyor; burnumdan beynime leş gibi. Gözümü kırpmadan, hiç kıpırdamadan bakıyorum. Ara ara nefesimi tutarak hatta. Meğer seni bekliyormuşum. Önce pencereye dayadın yüzünü, iki elin yanaklarında siper; içeri görünmedi. Göremedin beni, güvercinleri, mavi rengi. Kapıdaydın. Yumrukladın. Sonra bağırdın; aç kapıyı. Bakıyordum sadece. Bağırmaktan, yumruklamaktan yorulduğunda bir sessizlik oldu. Güvercinler bile susmuştu. O kadar ki kulaklarım mavi ışığın sesini duydu. Sonra yırtıldı sessizlik; diş bileyen gıcırtı. Kapı duvara yaslanana kadar işkence. Açık kapının boşluğunu dolduran ay ışığında kapkara dikiliyordun. Eşiği geçtin. Ama sonra bir adım bile atamadın; güvercinler. Yüzün karanlıktaydı. Kollarımı yavaşça çözüp dizlerimi indirdim, ayaklarım somyadan aşağı düştü. Belimi dikleştirip konuştum; tuhaf bir sesle. Yankılı gibi. Kapıyı bekliyordum dedim. Başın titredi sanki. Bir yankı daha; açılmasını. Aslında seni. Sonraki yankıyı yuttum. Ellerimi iki yanda gergince somyaya bastırdım. Galiba ayağa kalkmaya davrandım; kalkamadım. Çünkü ayaklarım sadece vardı; iki et kemik. Yürüyemiyordum. Sesine irkildim. Sana yakıştıramadığım bir ses; tiz, senin sen olduğundan kuşkulandıracak kadar yabancı. Ne beklemesi diyorsun o başka sesinle; bekleyemezsin. Çünkü sen diye devam ediyorsun, sen geçen hafta öldün, hatta çürümüşsündür bile. Koku genzimi yakıyor, bağırıyorum. Kuşların üstünden seke seke gelip, tam karşımda dikiliyorsun. Başını saran mavi ışığın arasındaki yüzünü ancak seçebiliyorum; göz karanlığa alışınca. Yanakların yoktu; gözlerin, dudakların. Yüzün çürümüştü. Haklısın diyorum; çürümüşüm. Şimdi inandım sana. Ağlamaya başlıyorum; ölemem ben, ölmemeliyim. Güvercinler bensiz perişan olur. Bir feryat, bir figan ki! İnsanın kendi ölümüne yası beter şeymiş; korku, acı, tiksinti. Ağıt sürerken birden mavi ışık yere düşüyor. Meğer güvercinler havalanmış. Kanat kanat kalabalık; toz, duman. Bir çürüyen yüzüne, bir yere, bir başıma konup konup uçuyorlar. Beyaz kanatlı güzel kuşlar bunlar ama delirip çirkinleşiyorlar. Yüzümüzü yediler. Ter içinde uyandım. Uyanmasam gerçekten ölürdüm herhalde. İşte böyle. Ne diyorsun?”. Elinin körü diyorum Edi. Film aklını nasıl kışkırttıysa artık, rüyaya değil kurguya yatmışsın. Böyle rüya görülür mü; uydurulur. Her uydurulan da düz çizgiyi kırmaz bilesin. Hayal gücünün filmdeki gibi duvarların içinden geçmesini istiyorsan önce kendini kontrol etmelisin; iradeni yönet. Çünkü Edi’m, su uyur düşman uyumaz. Baksana kovboyumuza; uykusuzluğuna. Böylesinden feyzal dostum.  Kolumdan çık bakalım. İyi uykular sana ya da uyanışlar…

NOT: Film, Kontrol Limitleri  
Yönetmen; Jim JARMUSCH