15 Nisan 2015 Çarşamba

BU TANRI BAŞKA


            Ateşe verebileceğimiz bir adamız olsaydı, bu kadar çok “lütfen” ya da “teşekkür ederim” der miydik acaba? Beş çayında değiliz. Konuşarak hallolmuyor meseleler. Öyleyse medeniyetimize güvende bu kadar ısrarın anlamı yok. Buyurun bu siyah beyaz adaya. Zavallı ada. Film başlıyor.
            Sağ kolum Edi’yle oturduk yine. Karşımızda çocuklar. Denize düşen uçaktan burunları bile kanamadan kurtulmuşlar. İkişer, üçer, beşer kıyıya yol aldılar. Suya varışın ilk yolcuları birbirleriyle tanıştı. Biri Ralph. Peki diğeri? Adını söylemek yerine endişesinden dem vuruyor. “Bana Domuzcuk deme de ne dersen de” diyor. Hem şişman, hem de gözlüklü. Öteki olmak için yeter de artar bile. Ama Domuzcuk bu öteki olma durumunu başka mertebeye taşımış: farklıyım ama sizin bende gördüklerinizle değil. Domuzcuk’un astımı var. Astımlı olmak bir ayrıcalıktır; çirkin olmaktan daha iyidir hiç olmazsa. Ralph hızlı yürür, yüzer. O ise yavaş yürür, yüzmez. “Teyzesinin sözünden de hiç çıkmıyor baksana”. Haklısın Edi. Teyzenin de etkisi büyük bu astım konusunda. Büyüklerin sözünden çıkmamak gerekir ne ki o yasaklı sözler işimize geliyorsa. Üfleyip öttüreceğimiz koca bir deniz kabuğumuz da yoksa vay haline büyüklerin. Denizin o dakikalar cömertliği üstünde; kıyıda bir kabuk. Adını Domuzcuk veriyor. “Versin bakalım. Kendi adı unutturulmuş birinin bu kadar da hakkı olsun değil mi?”. Kabuğun adı Şeytanminaresi imiş. Bunun gibi bir tanesini komşularının arka duvarında asılı görmüş. Komşu çocuk Şeytanminaresi’ni öttürünce annesi gelirmiş. Ne yazık ki bu adadaki Şeytanminaresi, bıçağın yanında komik bir oyuncaktan fazlası olamayacak. İster öttür, ister öttürme ne ki kuralların canı cehenneme atıldıktan sonra.  
            Çocuklar çoğalınca toplanıp düzen sağlamak gerekti. Kıyıdan az ötede, biraz yüksekte toplanıp tanışadursunlar, adanın ıssızlığını duman altında bırakacaklar çift sıra halinde geldiler. Önde Jack. Uzun çocuk, hırslı çocuk, giderek zalimleşecek çocuk, ama görüntüsü yine de çocuk Jack. Kilise Korosu öğrencileri ilahiyle geldiler; sırtlarında papaz pelerinleriyle: MERHAMET ET TANRIM, MERHAMET ET TANRIM. Tanrı’dan merhamet dilerken kanın şırıl şırıl akışından zevke varınca artık değil merhamet dilemek, Tanrı’nın kendisi bile unutuldu. Böylesi daha kolaydı da ondan. Ey Tanrı hem zevki ver, hem de ona varmayı yasakla. Öyleyse artık Tanrı biziz. Jack kibirle seslendi korodakilere: Avcılarım, pelerinlerinizi atın. Sahne sırası bıçakta. Jack’in avcı mertebesine çıkardığı korodaki çocukların pelerinlerini komik bulup gülenlere söz yetmez. Çünkü ortada azarlayacak bir büyük yok. Öyleyse ağaca saplanan bıçak meseleyi kökünden halleder. Halletti. Çocukların sesi bıçak gibi kesildi. “Şeytanminareli Ralph yerine bıçaklı Jack lider olmalıydı. Bakışları dehşet”. Dehşet saçan her şeyi en tepeye koyma Edi. “Koymam da koyuyorlar ama. Korkunun gözünü seveyim, gücün elinden öpeyim”. Sesini keserim. “Hangi bıçakla? Ağaca saplananla mı yoksa domuzun gırtlağına dayananla mı?”. Bıçak aynı bıçak ama Jack aynı Jack olmayacak. Kanı gören iflah olur mu hiç? “Olmaz olmamasına da bana kalırsa güç önemli. Kaba güç Jack’te. Ralph’in oyuncağı Şeytanminaresi değil de bıçak olsaydı Jack’in yaptıklarını yapar mıydı acaba? İnsanın içi bulanık tamam ama herkesin kusmuğu da farklı işte. Jack’in bulanıklığı daha kara. Ada keşfinde domuzun gırtlağının dibine kadar yaklaştırdığı bıçağı sokamadıysa daha zamanı gelmediğindendi. Kusma zamanı. Bir de tabii gücün farkına, tadına varma zamanı”. Sus Edi. “Kıskanma beni”. Kibirli şey.
            Orada öylece, göğün yerin arasında bir yerde kendiliğinden duran kayayı haydi bir gayret itelim, kaya yuvarlansın, içimiz gıdıklansın, rahat edelim. “Çocukların şımarıklığı;  oyuncaklarını da kırardı bunlar”. Öyle değil işte Edi. Yediden yetmişe doğanın gücüne kafa tutuyoruz. O güç bizde olsun istiyoruz. Almak için de taş üstünde taş bırakmıyoruz. Kayaların dili olsaydı da konuşsalardı kim bilir neler anlatırlardı. “Kaya yuvarlandı gitti. Adanın ada olduğu üç keşifçi çocuk tarafından keşfedildi. Şimdi sıra savaşmak için bir Canavar yaratmaya geldi”. Yaratmaya ne gerek, Simon’un da dediği gibi Canavar biziz oysa. Bunu seyretmek ürküttü beni. Kimileri filmde bir “büyüme hikâyesi” klişesi bulabilir. “Ben bulamıyorum”. Ne buluyorsun öyleyse? “İnsanın ne kadar zalim, vahşi bir canlı olduğunu buldum ben. Çocuk bile olsa”. Sen Edi değil de ben olsaydın bu kadar rahat olamazdın. Ağzına geleni deyiveriyorsun. Ben senin kadar dürüst değilim. Sözleri boyamaya ihtiyacım var. Tıpkı çocukların öldürmeye başladıktan sonra boyandıkları gibi. Adaya gömlek kravat, omuzlarda da pelerinle gelen Jack yarı çıplak soyunuyor, göğsünü yüzünü adanın meyveleriyle boyuyor. Avcıları da tabii. Artık ilahinin değişme zamanı geldi çattı: ÖLDÜR, BOĞAZINI KES, PARÇALA; ÖLDÜR, BOĞAZINI KES, PARÇALA.
            Kayayı yerinden edenlerle, kertenkeleyi sevenler aynı adada. Canavar’ı yaratan akıl sahipleriyle, O’nun varlığına asla inanmayan akıl sahipleri de öyle. Akıl akıldan ne kadar da farklı. Simon’nun aklı kayalıklardaki kuytuda yatanı bir pilot cesedi olarak görürken, diğerleri ama en çok da Jack’in aklı ise Canavar olarak görüyor. Çünkü iktidarın güce; gücün de tebaa korkusuna ihtiyacı var. Dağın zirvesinde olan şudur: Sen Şeytanminareli kibar çocuk, sen mi koruyacaksın bizi Canavar’dan? Kuralların canı cehenneme. Seçilmiş olman da öyle. Avcılar domuzu ateşe atın. Ete ihtiyaç var. Kana ihtiyaç var. Kurtarılmaya ihtiyaç var. Domuzun kellesi mızrağın ucunda Canavar’a adanır. İşler böylece hallolur. Olur mu acaba? Olmaz tabii ne ki öldürülen sadece adanın değersiz çirkin hayvanı olmadıktan sonra. Simon ile Domuzcuk dışında hepsi öyle çok korkarlar ki, yağmur şimşek gök gürültüsü derken içlerindeki Canavar çığlık çığlığa çıkar. ÖLDÜR, ÖLDÜR, ÖLDÜR. En küçüklerinden en cesur olanı öldürülür. Çocuk eti yenmez. Bu sefer ateşe değil, denize attılar. Hani aklı kaybetmeyecek, her şeyi doğru yapıp en kısa zamanda evlerine gideceklerdi? “Akıl da amma fırıldak şey. Bir dönünce tam dönüyor”. Döndürene bak sen. “Korku”. Bir o mu Edi? “Şimşek falan filan”. Sen de Domuzcuk gibi kaza süsü vermeye çalışma. Canavar’ın varlığıyla her şeyin anlamını yitireceğini düşündüğü için Ralph kadar yıkılmıyor o korkunç cinayetten. Avcıların birer Canavar’a dönüştüklerini görüyor görmesine de iş işten geçiyor. Ne de olsa bir ölü kendini kandıramaz artık. O gece o büyük ateşin etrafında dönenler, büyüklerin olmadığı bir dünyada ellerindeki özgürlükle ne yapacaklarını şaşırmış güç sarhoşlarıydılar. Ceza yoksa sınır da yok. Gidebilecekleri kadar giderler. Korku bahane. Onu azdıran doğa harikaları da. İşte tam da burada Domuzcuk gibi sormak istiyorum sana; yüzü boyalı vahşi sürüsünden biri mi, yoksa Ralph gibi mantıklı biri mi olmayı seçiyorsun? “Gerildim”. Bu iyi işte. Mal gibi seyretmektense yay gibi gerilmek daha iyi. “Aklımı da hesaba kat”. Duyguları da. Film öyle daha güzel anlatır kendini. Sen onun karşısında akılla, duyguyla donanınca yani. Sağlam kal, sıkı dur.
Ralph çok çaresizken filmi durdurduk. Edi dün gece gördüğü rüyasını anlattı. “Eşek olarak gördüm kendimi. Eskiden kışın soba küllerinin döküldüğü bir tümseğimiz vardı. Tepe diyelim. O tepedeydim işte. Küllerin üstünde debeleniyordum. Kalkmak için epey uğraştım. Sırtım, ayaklarım gri olmuştu. Sonra dört ayağım üstüne dikildim. Evlere doğru zırladım”. Anırdın yani. “Eşek anırır diyorsun anladım da rüyamdaki aksakallı öyle demiyor işte. Öyle zırladım öyle zırladım ki evlerde insan kalmadı. Hepsi tepeye sökün etti. Önde de O”. Dedemiz; sakalı ak. “Kesme, dur. Ey eşek diye seslendi bana. Sen dedi; yüceleceksin. O zırıltını sadece bu arkamdaki kuru gürültü değil, vallahi de billahi de yedi cihan duydu. Büyük biri olacaksın. Herkes sana ağam paşam diyecek. Birden ben, ben oldum”. Sonra. “Bu kadar”. Sen, sen olunca bir şey demedin mi aksakallı dedeye? “Uyanınca geldi aklım başıma. O zaman dedim ama dede mede çoktan gitmişti”. Peki ne dedin? “Bu kaçıncı eşekliğim eşekoğlueşek, haydi oradan dedim”. Kendine inanmazsan daha çok eşek olursun. Dede iyi ki de gitmiş. Yoksa duysa çok ayıp olurdu. Öte taraftan kalkmış gelmiş uykuna, girmiş rüyana. “Gelmeseydi. Bu rüyayı niye anlattım?”. Sahi niye, hem de film bitmek üzereyken? “Sabah anlatmadım diye anlattım. Bir de filmin sonundan çekindim; ya unutturursa rüyamı”. Başımı sağa sola sallıyorum Edi. “Görüyorum”. Seyre devam.
Vahşi sürüsünün iki ucu da sivriltilmiş mızraklarından, öfkeli seslerinden; adayı saran dumandan, Domuzcuk ile Simon’un korkutan sonundan kaçmaya çalışan Ralph kan ter içinde kaldı. Koştu korktu; korktu koştu. Çocuk yoruldu. Tökezledi. Bir çift koca ayakkabının dibine düştü. Ayakkabı değilmiş ki? Onlar ne büyük ayaklar öyle! Tanrı su kenarında bekliyordu işte. Korkma Ralph bu Tanrı başka. Canavar’ı yaratan ilk akıl sahibi yaklaştı. Hayalle gerçek arasında sıkışıp kalınca, akıl şaşıp kalıyor. O küçük çocuğun gerçeğe ihtiyacı vardı. Ralph’in Tanrı’sına işaret parmağını uzattı. Dokunmak sonra da hissetmek için. Gerçekmiş. Söz ağızından çıkmaya uğraştı, olmadı. Dudaklar açılıp kapandı ama çıt yoktu. Acaba ne diyecekti? “Amca şu vahşileri dövsene”. Yaşasın büyükler. Yaşasın kurtulduk. Ralph ağlama ya da ağla. “Ağlıyor zaten”. Haklısın Edi, çok güzel ağlıyor.
Film bitti. Rüyan hâlâ hatırında mı Edi? “Ne rüyası?”. Bilmem. Sıkıldım senden. Edi’yi çıkarıp attım kolumdan. Uyuyacağım. Uyumadan önce de, rüyamda mutlu olmasalar da hiç olmazsa kimseye dünyayı dar etmeyecek kadar iyi huylu, huzurlu insanlar göreyim diye dua edeceğim. Tüm dünya için elimden, rüya görmekten başka bir şey gelmiyor. Tanrı duy.

NOT: Film “Sineklerin Tanrısı”; Yönetmen “Peter Brook”.



Sözcükler Dergisi 54. (Mart-Nisan 2015/2) Sayısında Yayımlanmıştır.

İNTİHAR DURAĞI



Bütün bunları öğrendim ve artık geri dönüşü yok.
Cahillik bir zamanlar sonsuz mutluluktu.”
Chuck PALAHNIUK

            Köprü üstünde böyle bir durak olduğunu bilmiyordum. Varmış meğer. Şoföre ölmek istediğimi haykırınca orada durdu. Kimse umursamadı bunu. Hiç şaşırmadılar da. Demek uzun zamandır vardı bu ölüm durağı. Yoksa bir Allah’ın kulu da demez miydi ne ölmesi yahu, durdurun şunu; otobüsü değil şu kadını. Sonra kolumdan tuttuğu gibi beni, yeniden içeri alırdı; hayata. Alır mıydı? Almasındı canım. Zaten böylesi çok iyi oldu. Varlığımı yok saymaları yani. Çünkü gerçekten yok olmak istiyordum. O gün.
            “Melek” diye seslendi annem. “Bak Melek”. “Bakamam anne”. Duymadı beni. Duymaz ki. Kanepenin dibine çöktü. Omuzlarında elli beş kiloluk yükle. Son dört yıldır oralarında taşıyordu beni. Derin bir nefes aldı. Anlaşıldı. Yine bir iş vardı. Gerçek iş. Konunun o iki harflik esas kısmına gelmeden önce eveleyip gevelerken ben de terini soludum. Çekirdek kavruğu gibi kokuyordu. Annemi yiyesim geldi. Ben onu öyle çıtır çıtır yerken o da beni sevseydi keşke. O zaman belki biraz düzelirdi soluğumdaki hırıltı. Nefes alamıyorum; hem de uzun zamandır. Tıkanıyorum. Bazı sabahlar kanatlı uyanıyorum. Ama yerim o kadar dar ki değil uçmak, şöyle gerine gerine açamıyorum bile onları. Bazen de simsiyahım. Öyle ki annem korkudan giremiyor odaya, kapının deliğinden veriyor kahvaltımı. Daralmanın darlığı artıp tenime değdi değecek olduğundan mı yoksa annemi görmeyi istemediğimden mi bilmiyorum, artık kanat manat yok. Sadece siyahım son zamanlarda. Üstelik sabahları da değil, hep. Çamur gibiyim. Daha çok da bataklık. Annem bende çırpınıyor. Çırpındıkça da batıyor. Aslında benim batan. Uçabilseydim böyle olmazdı. Dünyayı kanatlarıma dar eden Zalim’e gücüm yetmiyor. Kızım dedi annem; bir şans daha ver kendine, bir kalk, bir git, harekette bereket vardır ne de olsa. Annem bilmiyor tabii. Daha doğrusu tanımıyor, tanımak istemiyor Zalim’i. Bilerek değil tabii. Kafası günlük telaşla dolu. Bir de çok şükrediyor haline. Hiçbir felaket annemin aklının pasını alamaz. Telaş neyse de keşke o kadar şükretmese, biraz şikayet etse belki de kendini olmasa da gölgesini görebilirdi Zalim’in. Aslında annemin böyle olması da O’nun işi. Dayanamıyorum artık. Anneme cevap vermedim, resimlerimi gösterdim. Ağladı. “Bak ne güzeller anne”. Burnunu çeke çeke seyretti beni. Bekledi sabırla. Çünkü öyle yavaştım ki. Yatağımın altından tek tek çıkardım onlarca kâğıdı. Hıçkırarak aldı elimden uzattığım her biri bir diğerinden kıymetli eserlerimi. Kızım dedi, bu kâğıtlar bembeyaz. Hepsini beyaza boyadım da ondan. İyi yapmış mıyım anne? Başını salladı, burnunu bir iyice çekti, gözlerini sildi. Savaş hazırlığıydı bu. Haklıymışım. Saldırdı. Bu kâğıtlar boş, bomboş, boş işte, kör müsün? Yine yaptı yapacağını, kendi görmezliğini bana yansıttı. Onun gözlerini değil ben, uzmanların da uzmanı gelse açamaz. Başına taş düşse de olmaz. Patlarsa; belki… Çünkü annem için görmemek artık yemek yemek gibi; alışkanlık da değil ihtiyaç yani. Yoksa benim gibi olur. Ölür.
            Rüyamda küçük bir kız çocuğuyum. Komşu bahçede oynamak için duvarlardan atlıyorum. Oynayamadan düşüp ölüyorum. Kan ter içinde uyandım. Bir resim daha çizdim, kendime geldim. Annem bilmem kaçıncı kez yine aynı yüküyle geldi yanıma. Bir git şu adrese ne olur. Kendime o kadar acıdım ki kabul ettim sonunda. Karşımdaki zavallı, göbek atmaya başladı. Onu zıp zıp göbeğiyle bıraktım. Tam çıkıyordum durdu, durdurdu. Adamın siyah takım elbisesi var, dedi. Gerçekten dedi mi yoksa bana verdiği o buruşuk kâğıttaki ismin kuyruğundaki koca harfli BEY mi beynime o görüntüyü soktu bilmiyorum. Ama işte gidiyorum, siyaha doğru simsiyah. Adamın adı Sami, soyadı Ümit, makamı Bey, işi büyük iş. Bense; anneme, annemin dedikodu ortağı komşuya, beni odamda bırakan en yakın arkadaşıma, eşe dosta, sorana sormayana kısacası resimlerime boş boş bakan herkese göre işsiz. İşli olmak beni ne kadar iyileştirecekti acaba? Denemeye değmezdi. Yine de denedim. Son kez.
            Rüyamdaki küçük kız çocuğu “bize gelmeyin” dedi. Aslında bahçemize. Çünkü son zamanlarda orada hep kuşlar ölüyor. Annem bıktı kuş gömmekten. Çok kızıyor. Niye öldüklerini bilmediği için bu kadar kızgın. Korkuyorum onlardan. Zaten annemin kızı da öldü. Bana göstermediler yüzünü unutamam diye. Unutmazsam da herkes gibi yaşayamam diye. Deli olurmuşum. Uyanınca delirdim. Anneme bağırdım. Oda oda dolaşıp çıldırdım. Anne, senin yüzünden anne. Babam kadar utanabilseydin böyle olmazdı. Utanmaz kadın neredesin? Etlerim dökülüyor, neredesin? Her yerim sızlıyor neredesin? Annem evde yoktu. Sami Ümit’e gittim. Güzel giyinmişim. Hayret, saçlarımı da taramışım. Hatta Sami Ümit’e gülümsemişim. Bu tören benim törenim. Cenaze.
            Sami Ümit sadece bir takım elbise. Siyahından hem de. O Zalim’in kapıcısı; o kadar. Bu yüzden onun bir suçu yok bu cinayette. Aslında var. Kapıcısından odacısına, doktorundan avukatına, aklı baliğ olmuş erkeğinden kadınına kadar herkes suçlu ne ki arkalarını döndülerse, sustularsa, gözlerini yumdularsa. Döndüler, sustular, yumdular da ondan öyle oldum ben. Anlayamadım dedi kibirli Sami. Anlatmama fırsat vermeden devam etti. Haklıydı. Fırsat vermemeliydi makamı gereği. Hatta makamı şöyle dursun öyle kasıla kasıla konuşuyordu ki artık Sami Ümit olmak tüm yapıp ettiklerinin tek nedeniydi. Oturduğu yerden bakınca, kendine göre tabii. Ben bit kadar mıydım, neydim? Değildim değil. Ama gel de bunu bu siyahlıya anlat. Anneme bile anlatamadığımı buna mı? Üstelik annemin bile anlamadığını bu mu? Sami Bey ne anlatıyorsa anlatsındı ama artık canımı acıtmasındı. Neyse ki soru sormaya başladı da ağzım açıldı. Hevesim boşa çıktı. Çünkü bir evet bir hayır dedim sustuğu o soğuk boşluklarda. Kuyruk acısı olmasaydı son kez hayır der defolup giderdim. O kaşındı. Kuyruğum var mıymış? “Peki Melek Hanım iyi hoş da kuyruğunuz var mı siz onu söyleyin bakalım”. Bir kuyruğum eksikti iş için. Yok diye ağlamaya başladım. Hem de hıçkıra hıçkıra. Sami Ümit ise o siyah elbisesi içinde jilet gibiydi. Sadece baktı. Sinirlerim iyice bozuldu. Salya sümük saldım kendimi. Hıçkırdım, sümkürdüm, rahatladım. “Biliyor musun?”. Kendime gelmişim hem de beyefendiyi çay bahçesindeki herhangi bir sohbet kişisi mertebesine indirecek kadar bir özgüvenle. Siz yok artık, hep sen, sen, sen. Sormak güzelmiş. Haydi cevap versindi bakalım. Bir de biz bakalım “bakalım”. “Neyi?” diye azarladı sanki. “Bilgiyi” dedim. “Ne bilgisi?”. “Bilmenin bilgisi”. Makamına biraz ter mi bastı ne. Oysa top onun elindeyken üstelik sürekli elindeyken ne güzel eğleniyordu. Topu elinden aldım diye mızıkçılık etti. “İşim gücüm var benim, oynamayalım”. “Ama benim işim gücüm yok, haydi oynayalım” diye ısrar ettim. Çantamdan resimlerimi çıkarıp kucağıma koydum. “Fark etmekten bahsediyorum. Her şeyin farkındayım ben. Eskiden televizyon seyrederdim. Çekirdek çitleyerek hem de. Açılma çıt çıt başladı. Çekirdek boyu kadar, çıt çıt sesinde. Yavaş yavaş oldu yani”. Onun zamanı benimki kadar değersiz olamazdı tabii. Aceleciydi. “Ne açılması, ne çıt çıtı yahu?” diye çıkıştı. “Zihin açılması”. Sustum. Sustu. İyi; kendi bilirdi. Devam ettim. Dinlesindi o zaman. "Okul biter bitmez bir bankada işe başlamadım. Önce süründüm sonra başladım. Dört yıl sonra banka beni kustu. Uyumluydum, çalışkandım, ne denirse yapardım oysa. Belki de sırf bu yüzden o uzun listelerindeydi adım. Bankalar küçülürken böyle ediyorlarmış demek ki diyerek o sorduğunuz kuyruğum var ya işte onu bacaklarımın arasına kıstırıp başladığım yere döndüm. Kuyruğumu o günlerde kaybettim herhalde. Ne yapalım, şans işte; kötü şans. Sonrasını biliyorsun Sami Ümit". Gülesim geldi haline. Acaba beni tanıyordu da hatırlayamıyor muydu? Sırtını dayadığı koltuğu gıcırdadı. Doğruldu. Aslında beni gönderecekti ne ki azıcık merak etmeseydi. Azıcık tabii. "Önceden mi tanışıyoruz Melek Hanım?". Resimlerimi karıştırdım. "Yok. Yok da sonrasını bilmelisin diye öyle söyledim. İnsan işsiz kalınca hele ki bu insan babasız evin tükürdüğüm çarkına su dökmek zorundaysa ne yapar? Senin sorularından daha kolay Sami Ümit. Bakma öyle. İş arar iş". Sıkıldım. Çekirdek kabuklarının boğazıma niye takıldıklarını anlatmaktan vazgeçtim. Bu kare kafalı adamın zihnine kendi zihin açılma yolculuğumu sokmaya gönlüm elvermedi. Ama sonra birden resimlerim geldi aklıma. Baksındı. Görsündü. Ondan sonra belki de anlatırdım. Kucağımdakileri uzattım, "Bakın" dedim, “Bunları ben çizdim”. Hepsine tek tek baktı sağolsun. Sonra bana; boş boş. Gözleri bomboştu. Ayağa kalktı, eliyle kapıyı göstererek "İyi günler Melek Hanım" dedi. Kibar değildi. Anlarım ben. Alışkınım çünkü. Acıdığından öyleydi sesi. Gösteririm ben sana Sami Ümit; bir de senin gibilerine; sonra herkese.
            Anneme kısa bir mektup yazdım. "Sevgili Annem". Başlık ne güzeldi. Devamı berbat. "Ben büyüdüm anne. Zihnen tabii. Ben buna zihin açılması diyorum. Bu açılma sayesinde Zalim'i tanıdım. Sen onu bin yıl geçse de tanıyamazsın. Çünkü küçük kalmışsın anne. Büyümen lazım. Korkma her zihin açılmasının sonu böyle olmaz. Hatta, ortalama bir hayat için gerekli konforu satın alabilecek kadar paran varsa çok anlamlı bile olabilir. Düşünsene anne, hem her şeyin farkındasın hem de rahatın yerinde. Ne güzel resimler çizersin o zaman. İstediğin renge boya, istediğin şekle sok. Paran yok bilgin çok. Olmuyor anne. Bana fark etmeyi sağlayan bilgi artık canıma batıyor. Daha fazla dayanamıyorum. Kusura bakma". Vermedim tabii. Çatır çatır inadına yaşayan, ölenin halinden ne anlardı? Yırttım kâğıdı. İyice. Bir avuç yazıyı yuttum sonra. İntihar mektubum midemde gittim.
            Anneme kısa bir mektup yazmadım. Bağırdım. O gün kırdım kalbini. Oysa ne gerek vardı ki? Giderayak helalleşmek varken yani. Elli beş yıllık ömrüne emanet bakan acınası bu kadına ettiğim eziyet saçmasapandı. Ama buna da hakkım vardı. Çünkü ölmek istiyordum. Üstelik sadece istemiyordum; ölecektim de. Bu yüzden son saatlerimde saçmalayabilirdim. Yoksa ne diye öyle öğretmencilik oynayayım ki? “Bak anne. Bunun adı direniş. Direnemezsen kanadın kırılır, uçamazsın. Uçamayınca da yok olur gidersin. Ölürsün yani. Direnmek adına değil; direnemediğin için işte. Anla. Televizyonu açma. Açma kadın. O kahrolasıcayı en çok orada görüyorum. Kabuklar boğazımı yırtıyor artık. Çitleme. Çıt çıt, delirtiyor. Çaresizliğine nasıl bakabiliyorsun; çekirdek çitleyerek hem de. Yapma anne. Değiş anne, seyretme. Rahmetli babacığım kadar olsan da yeter. Hatırla; karşı komşu penceredeyken beni kucağına almazdı. Kızardın. Biraz sev şu çocuğunu derdin. Severdi ama komşu yokken. Komşunun babasız çocuğu imrenip de üzülmesin diye. Komşu, babamla beni öyle baba-kız görünce dayanma gücü tükenmesin diye. Babam komşudan utanırdı. Onun yoksunluğundan. Daha doğrusu kendi varsıllığından. Biz de utanalım anne. Niye mi? Seyretme bağımlısı olduğumuz için anne”. Sami Ümit’e değil ama anneme haddini bildirdim. Sırf bu yüzden bile ölmeye değerdi. İşte bu kadar zavallı olduğum için çıktım o soğuk demire.
            Otobüsten indim. Anadan üryan soyundum. Çıktım. Atladım. Bu kadar basit. Bir de yaptığıma deli işi diye bakmasınlar mı arkamdan? Ölmeyi seçecek kadar akıllıyım ben. Yani akıllıydım; yaşarken tabii. Güleç bir yüzüm varmış. Gönlüm yaşamaya doymamış. Her şeye rağmen hayat güzelmiş, inadına arsızca yaşanmalıymış. Herkesin paşa gönlü bilir. Öldüm çok şükür ama tıkırtı durmadı. Zalim’in çarkı tıkır tıkır tıkır…

 yirmi beş mayıs 2014’te Boğaziçi Köprüsü’nden çırılçıplak atlayan güleç kıza…



Sözcükler Dergisi 52. (Kasım-Aralık 2014/6) Sayısında Yayımlanmıştır.