Acı. Hıçkıra hıçkıra ağladım. İnsanın şaşmaz tik taklı
oyuncağı içinde sıradan dakikalardı; yürüyordum. Henüz yoktu; acı. Uzun bir
yol. Başım gözüm, elim ayağım, bir de ben, tamamen ona aittik; yola. Gitmekle
bitmeyen, bittiğini bildirmeyen bu yolun yolcusu olarak onu arıyordum; anlamı.
O ki göğsüm üstüne çöken, başım içindeki kıymetliyi tarumar eden, nefesimi
değersizleştiren; anlam, onun arayışı. Yolcu olmama neden. Yukarıda ne vardı;
bilmiyorum. Aşağıda ne olacak; yol. Sağım solum; kafes. İki yanımda kafesler;
gördüm ki ne gördüm. Hiç bakmamış, bakıp görmemişim meğer. Arayış acı, anlam
bilinmez oldu. Çünkü kafeslerde yüce gönüllü, iyi akıllı, geniş ufuklu hayvanlar
vardı; bunlar sözüm ona sahip oldukları. İnsan. İnsanlarmış. Kafeslenen
yolcular. Bacalı, tüten; yemekli, aş pişen; pencereli, ışık göstermeyen;
kapılı, yol vermeyen bu kafeslerin arasında durdum. Acının beni kendine alma
hazırlığıydı bu. Bekledi. Bekletti. İki elim arasındaki başımı kafeslere
salmamı; hani insanlarmış ya! Çöktüğüm yerden kalmamı; hani yol bilmeyen
yolcularmış ya. Ayağa kalktım, başımı yukarı kaldırdım. Bir kafesten yüzüme
değen çocuk gülüşüyle içine girdim; acının. Aldı beni; acı. Çünkü pencereden
bana gülümseyen küçük kızın yüzünden anladığım şuydu; bilmiyorlar. İnsanlarmış.
Kafeste olduklarını bilmiyorlarmış. Arayışın canı cehenneme; anlam neredesin?
Ağladım. Yolun ötesi; yol, yol, yoldu.
Çölün ötesi; çöl, çöl, çöl. Bir dağa bakıp ardında ne
olduğunu ölesiye merak edenlerin kara yazgısı hayal kırıklığı. Varım ama
nerede, niye? Dağın ardında neyi bulmayı umdum da bu yazgının oyuncağı oldum.
Sor sorabildiğin kadar ne ki vardığın yer, geldiğin yerin aynısıysa. Cevap yok.
Katlanılmaz bir sonsuz döngü; sahi sonsuz mu? Bir çöl, çölde yanan zaman, onun
savrulan küllerinin üstüne yağdığı kafes; değerli sanılan ömrün sonu. Çöl;
sonsuz. Zaman; bilincin kurgusu. Kafes; varlığım. Üçünün içinde iç içe, acıyla
kıvran dur. Aşktan, ölümden, aklından kurtul; elinden geldiğince, mümkünse.
İnsanım, kibirden olmayım. Olmalıyım da. Yoksa nasıl taparım aklıma; ey çöl
varım ben, ey zaman varım. İstersem kafesimi de yakarım.
Böyle
bir filmdi işte Edi. Seyretmekle değil, içine girmekle baş edebileceğin bir anlam
kuyusu; ama karanlık değil. Sarı toprak, katmer katmer, savrulan; mavi yeşil
deniz, sessiz, nefessiz, kılıçla dalgalanan; ışık, sızan, kaçan, yansıyan;
çiçek, şeftaliyi doğuran, adı kadın olan; insan, varlığında hapsolan, unutmaya
çalışan, unutamayan; acıyla içilen şarap, kırmızı; kinle intikamla sallanan
kılıç, kırmızı. Tüm bunların arasında, üstünde, içinde de aşk; duman gibi, is
gibi, sis gibi, varken yok gibi, gizli, gizemli. Bu kuyunun ağzından aşağı
bakıp kendimi görmeyi umuyorum. Oradayım. Yansıdın Edi. Oradasın. Yoksa sen de
mi seyrettin bu filmi? Bir daha ama bu sefer birlikte seyredelim mi?
Bahar.
Hep gelir. Onunla birlikte bir de dost. Aynı dost. Kendini çöle sürgün etmiş
aracının özgür dostudur bu; filmin sonunda sadece onun değil aynı zamanda bir
başkasının da dostu, sırdaşı olduğu anlaşılan. O bir başkası ki aracının
unutmaya uğraştıkça aklından çıkmayan, sürgün olmasına neden olan. Bu bahar hep
gelen bahardır ama bu defa çiçeklerinde, nemi yavaş yavaş çekilen toprağında, o
tatlı rüzgârında, ılık ılık saran sıcağında sanki bir şey gizlidir. O gizle
serilir çölün üstüne. Bu örtüyü kaldırıp altındakini gösterecek olan tek kişi
aracıdır. Çünkü o bir uğraktır. Yol üstünde bir kafes. O kafese girenlerin
biricik varoluşlarından ona düşen demi tattırdığı; anıların aktaranı, anlatanla
dinleyen arasındaki uçurumda durup gerçeği anlamaya çalışan bir anlatıcı;
masala, şiire, oyuna, öyküye dönen insan hallerinin durağı olduğu için aracıdır
o. Yoksa kiralık bir katil mi? Paragöz, acımasız, soğukkanlı. Her kim olursa
olsun baharın örtüsü altında gizleneni gösterdiği ama ondan da öte tutsağı
olduğu bilinç- bellek celladıyla barıştığı için çöle karşı dimdik durandır o
aynı zamanda. Belki de bu mağrurluğu izin vermemiştir dostun getirdiği şaraptan
tatmasına. Örtünün altındaki aşk, aşkın kamburu acı. Kamburu sırttan kesip
atmak gerek ne ki eller oraya uzanabilse, maharete erişebilse. Aracının
ellerinde maharet vardır var olmasına ama o kamburunu çok sever. Aşk; acı.
İstese de kesip atamaz. Çünkü unutmak istedikçe inat eder cellat. Öyleyse bir
şeye sahip olamadıysan onu unutmaya çalış ki o şey hep senin olsun. Bu sözlerin
ustası aracıdır; cümlenin sahibi. Şarap; gizemiyle dostun heybesindedir. O
bilmese de, aracıya aşkından hediyedir. Dionysos gibi yeniden doğmak için
içmeli. Cellada kafa tutan kızıl su. İç, unut. Geçmiş dertten başka nedir ki?
Her gün yeni bir gün olsun diye iç. İkiliğin tatlı suyu; esirmenin,
sarhoşluğun, unutmanın; şarap. İçmedi. Bir başka aşığa içirdi. Aşkına karşılık
bulamadığı için aracının acımasızlığına sığınan âşık; bir prenses, bir prens.
Aynı bedende iki insan; ikilik, çelişki, bir ben var bende benden içeri, altı
üstü hepsi ben ya da bir diğeri mi…İçindeki erkek sesi intikamla, kadın sesi
aşkla yanan Murong. O seslerden biri güçlü, başına buyruk, kibirli; diğeri
çocuksu, acılı, yakarış dolu. Aracı, Murong Yin ile Murong Yang’ın yani prensle
prensesin aynı kişi olduğunu kuşların şahitliğinde anladı; Yin-Yang ikiliği ya
da tekliği. Şarabın yardımıyla tabii. O kuşlar ki kafeslerinde ışık saçarak
yarenlik etmekteydi. Aracı ile Murong büyük kafeste; kuşlar kafes kafes içinde.
Sonra bilinç-bellek celladıyla yatağa girdiler. Dört kişiydi; anda varolan iki
beden, akla yapışmış iki hayalet. Murong aracının tenine değil, karşılıksız
aşkınınkine dokundu. Aracı ise teninde ağabeyiyle evlenen kadınının elini
hissetti. İşte bu yüzden cellatsın sen, anda yeniden dirildiğin, ânı zehir
ettiğin için; ah bellek, ah bilinç, ah bellek…. Gitti Murong. Aşkının acı
çığlığını çöl rüzgârına teslim edip gitti. Varlığı efsaneye döndü. Kendi
yansımasıyla talim eden bir kılıç ustası efsanesi; Yin-Yang Murong. Bir daha
görünmedi.
Yaz.
Yine geldi. Bir ağacın altına yuvalandı intikam. Ter içinde, nöbette. Aracıya
gelen fakir kızın öyküsündedir sıra; sonra kör dövüşçüde, şeftali çiçekleriyle
hasret gidermede…Bir sepet yumurtayla, çeyiz diye verilmiş katıra gönül
indirecek bir kılıç ustası elbet geçer oralardan. Aracının parasız olduğu için
geri çevirdiği köylü kızı, ağabeyinin katillerinden intikam almaya kararlıdır.
Sırtını dayayacağı tek şey ise ağaçtır. Çöl sıcağı caydırmaya uğraştıkça arka
çıkar kıza, gölgesini sunar. Yumurtalar, katır, ağaç; sabır içinde. İntikam,
kızın yüzü; inat içinde. Ona yardım edecek dövüşçü gelene kadar artık o da
aracı gibidir; insan hallerinin şahidi. Kör dövüşçüyü, dövüşenleri, yardım
isteyen köylüleri görür. Gören iken görülen de olur; unutulamayanın temsiline
döner. Oraya öldürmeye geldiğini söylese de aslında ölmeye gelmiş kılıç
ustasının karısı oluverir, bir de aracının kadını; belleğin hayaleti ağacın
altındaki kızın bedeninde. Kör dövüşçü dostuna âşık olmuş karısına köylü kızın
dudağından veda eder. Yumurtalar kırılır; gözyaşı. Kırık bir kalbin yanında
yumurtanın lafı mı olur? Çöl sarısının perdelediği bir dövüşle edilen intiharla
artık o da kalmaz; ne kırık bir kalp ne de bir türlü unutulamayan şeftali
çiçekleri. Kılıcın kestiği yerden ılık ılık akar gider acı; aşkın kamburu.
Elveda karım, başkasının aşkı; şeftali çiçeğim…
Güz.
Yazdan sonra geldi; kıştan önce, her zamanki gibi. Kafesin yeni misafiri garip
biri. Ayakkabısız bir dövüşçü; aç kılıç ustası. İstediğin kadar parlat kılıcını
yine de parlamaz ne ki o kılıcı taşıyan bedenin çulsuzsa. Bir değer biçilecekse
şu ahir zamanda insana, ille de gözün gördüğüyle; bir parça bez, biraz renk, en
pahalısından örtünmek gerek. Ayakkabılı bir kılıç ustasıyla ayakkabısız olan
arasındaki fark; fiyat. Aracının köylüye pazarlayacağı usta, çıplak ayaklı
olmamalı yoksa ucuza gider. Hatta gitmez bile. Ye kürküm ye. Yedirmek için önce
giydirmek şart oldu. Çölde çürüyen bir cesetten bir çift ayakkabı ödünç alındı.
Ödünç tabii. Ömür gibi. Bir ölü ayakkabı istemez ama ekmeğini kandan kazananın
ömrü her an onun yerini alabilir. Bir ayaktan diğer ayağa gider gelir
ayakkabılar. Neyse ki bir yumurtaya bir parmağını verir de bu garip dövüşçü,
diyetini öder ayakkabının. Ömrününki başka güzlere… Karnı tok, ayakkabılı ama
bundan böyle dokuz parmaklı dövüşçü ağacın altındaki intikam ateşine döktüğü
suyla; kendince nedenlerden dolayı; arınmıştır. Peşine düşen, kovsa da
gitmeyen, sabırla bekleyen karısıyla; onu anlayan, tanıyan, hatta kimi zaman o
olan şeftali çiçeği; çeker gider. Bu sevimli çift giderken cellat yine
oradadır. Aracının gözlerinde bir çift kıskanç bakış oluverir; bir de içinde
yanan özlem. Dile gelir hafıza; şan, şeref, şöhret için gittim, döndüğümde
kadınım ağabeyimin karısı olmuştu. Yeniden yalnız kalır aracı. Artık köylü kız
da yoktur. Dağın ardındaki bilinmeyene tutunan varlığını her zamanki gibi koyar
yerine; kafese.
Kış.
Döngünün puslu yüzü. Gelir. Diğerleri gibi sırasını hiç şaşırmadan; hep gelir.
Zamanın sonsuz uykusu; ölüm. Aracıyla kadınının ortak dostu üst üste iki bahar
uğramaz çöle. Sonra öğrenir aracı; kadını iki kış önce ölmüştür. Celladın
varlığı uçuruma yuvarlanır. Sonrası bomboş; boşluk. Aracı ne yapacağını bilir.
Çöl rüzgârına veda edip şarabı içer. Aslında cellat da ölsün diye değil,
yeniden dirilsin diye belki. Çünkü kadının ölümü, aracının dört elle sarıldığı
aşkın ölümüdür; kambur kanar. Oysa o aşk celladın(bellek-bilinç) hayaletinden
başka bir şey değildir. Ama zaten o hayale tutunmuştur varlığı; hayatı.
Şaraptan umduğu onu değil, gerçeği unutturmasıdır. Gerçek ölümdür; kadının
ölümü. İçtikten sonra hayata yeniden başlamak; celladıyla birlikte tabii. Dağın
ardında onu bekleyen bir kadın olduğunu bilmek; hep bilmek ister. Çünkü ölüler
beklemez. Kafesini yakar. İçinde yanan masalların şiirlerin öykülerin yani
bilmenin, hatırlamanın külleri çöle yağar. Zaman artık bu andır. Çölden çıkar
gider aracı…
Bir
rüya görmedim Edi. Umarım sen de görmemişsindir. Kahrolasıca rüyalar. “Kendine
bu kadar kızma”. Anlayamadım. “Sen varsın ki rüya da var. Rüya da elin kolun
ayağın gibi bir parçan; organın”. Rüyalarım mı anlamsız yoksa ben mi çok
mutsuzum bilemiyorum. Kuşlar, kelebekler; çiçekler, börtü-böcekler aklımın
karanlık tarafınca yok edilmiş. Rüyalarım bu karanlığa teslim olmuş. Ben ise
mecburen uyuyorum; rüya görüyorum. Rüya körü olsaydım keşke. Hani hiç rüya
görmediğini zannedenler gibi; hatırlamazlar, anlatmazlar. Dediğin gibi bir
organımsa rüya; bu organım hasta Edi. Yoksa bu kadar fenalık edemezdi bana;
karanlığımı bıkmadan göstermek…Ağrıyor, ağrıyor. Rüyam çok ağrıyor Edi.
Uyanıkken neyi yanlış yapıyorsam artık, uyurken durmadan ağrıyor; rüya, rüyam.
“Kes at. Yani keşke öyle olsa. Çok iç içeyiz biz; sen, ben. Bu yüzden yardım
edemeyeceğim. Çünkü senin baktığın yere bakıyorum ben de; üçüncü göz yok”.
Öyleyse anlat. “Rüyamı anlatmayacağım. Ama filmdeki atlı-kadınlı-ışıklı
sahnenin erotizmi, tüy hafifliğindeki bir titreşimle
baştan ayağa ele geçiriyor beni”. Abartma Edi. “O kadar ki uyanık olduğum halde
rüya görüyorum. Şeftali çiçeği atın sağrısında açıyor; rüya. Kadın ona
dokundukça tabii. Gözyaşı bile güzeldi; ışıl ışıl, ışık içinde”. Sen sayıkla;
dinlemiyorum Edi. Ama bahsettiğin sahnenin güzelliğiyle büyülendiğimi
söyleyebilirim; titreşimsiz tabii. “Alay etme benimle. Murong gibi kılıcım yok
ama ben de seninle talim edebilirim; aklımla tabii. O, suda gördüğüne kılıç
sallarken acaba Yin miydi, Yang miydi? Sudaki akis kimdi? Unutma ben senim;
sendeki diğeri. Bu yüzden vurduğun yere dikkat et çünkü kılıcın şakası yoktur.
Murong karşılıksız aşkını içinde öldüremediği için gitti aracıya; hatırası
ölmüyorsa gerçeği ölsün. Ama ondan da vazgeçti. En iyisi kılıcı kendine
sokmaktı; sudaki aksine. O akis Murong’un kamburlu olanı; acıtan, hatırlayan,
acıtan. Ölüm yoksa şarap var. Ölüm öyle güzel bir boşluk ki içinde ne aşk var
ne de acısı. Ölmedim ama öyledir diye tahmin ettim. Peki kör dövüşçü gibi
düşemediysen o güzel boşluğa? Tanrına sığın; Dionysos. İç şarabı, unut acıyı.
Öldüren, zaman yakan, akla kafa tutan; ey aşk. Kör kuyulara düşesin emi”. Seni
kolumdan çıkarmadan önce son cümlene hak verdiğimi kanıtlayayım Edi; Düşsün de
onu bulmak için böyle filmler çekilsin; Zamanın Külleri. Üstümüze yağan…
NOT:
Film, Zamanın Külleri; Yönetmen; Wong Kar-wai