29 Aralık 2015 Salı

CEHENNEMDE YAĞMUR

          Yaşım on üçtü. Bir merdivende, çenem dizlerimde oturmuş uzaklara bakıyordum. Uçsuz bucaksız sarı tarlalar vardı o uzaklarda. Sonra güneş döküldü üstlerine, kızıla çaldılar. Öyle mutlu, öyle mutsuz oldum ki ağlamaya başladım. Uzakların ulaşılmazlığı çok güzeldi. Rüzgârın savurduğu toprak güzelle arama bir tül gibi gerildi. Puslandı sarılar kızıllar. Tülün arkasında niye ağladığını bilmeyen bir ergen, berisinde ise büyümeyi hiç ama hiç istemeyen ben. Çünkü on üçüncü basamaktan sonrası cehennemdi.    
            O tozlu merdiven durmadan çağırır beni. Bu çağrıyı duymadığımdandır sızı. Kemiklerim; geçmişe, bozkıra dökülen güneşe, yeniden kendime dönmek için sızlar, sızlanır. Gitmeli; yüreğine sığmayan sonsuz bozkır karşısında dolup taşan o ürkek kız çocuğu büyümüş mü görmeliyim. Değil sarılar kızıllar, artık hiçbir renk karşısında esirmeyen kan dolu bir et yığınına dönen tepeden tırnağa tüm bedenim aslına geri dönmeli. Artık on üçümde olmadığıma göre, buna değer. Kararan göğün altında dolaşmaktan bıktım usandım. Yağsın yağmur, yağsın da paklasın yeri, söndürsün cehennemi.
            Bir Kirkov tanımak ister misin Edi? Kemikleri eve gitmesi için yakaran bir Kirkov bu. Cehennemden kaçmaya uğraşan biri. Aslında kaçmak değil, dönmek. Bir yere dönmek; birine, bir şeylere, bir nedene, bir anlama, bir özleme, bir aşka, bir geçmişe, bir gençliğe; kutsal yatağa dönüp huzura ermek. Ama bunların hiçbiri kucaklamıyor onu. Varış var ama kavuşmak yok. Çünkü, büyüyüp anladığını zanneden biri için artık huzur erişilmezdir; sadece özlenir. Zaman denen şeyin dünyanın üstünden geçerken sadece insana sokulup, onu toprağa hazırlaması karşısındaki çaresizlik huzur vermez tabii. Uykuda bile. Bir film seyrettik Edi’yle; Kirkov’u tanıdık. Sadece bu da değil. Çocuklara kurşunları, delilere de silahları oyuncak kılacak kadar sıradanlaşan, günlük yaşamın içine görünmez bir bulut gibi yayılıp o tekrarlardan biri haline gelen savaşı da gördük. Hangisi daha önemliydi ya da önemsiz; bir fotoğraf sanatçısının acısına tanık olmak mı yoksa savaşın artık evden biri gibi olması mı? Cevabı bahçeler versin; mis gibi domates kokan huzurlu bahçeler. Film orada başlıyor; güzel, sakin. Genç bir papazın elleriyle kırmızı domateslere dokunup, onun o sıcak gülümseyişiyle toprağın cömertliğine, doğurganlığına taşarak coşarak minnet duydum. Ama sonra bu toy, bu tanrıyla barışık, bu henüz aklını yüreğinden ayırmamış, bu kırmızıyı doğadan tanımış, bu sesini tanrıya adamış papazın yanına gelen yaşlı papaz,  kararan bulutları gösterip, o bulutların altında yağmurun başladığını haber verince sorulara gerek kalmadı. Cevaplar zaten hep anlamsız. Meğer ne de pis kokarmış dünya; bahçeler bile. Bu filmde yağmur üç kere yağmadı. Önce kararan bulutların altında olacakları bekledi, savaşın bekçilerini; kin, nefret, öfke, kibir. Sonra da sırayla sözcüklerin, yüzlerin, fotoğrafların üstüne yağdı. Çünkü hepsine kan sıçramıştı. Kan suya karıştı, yağmur yeryüzünü yıkadı. Toprak arındı mı bilmem ama kara bulutlar dağıldı, film bitti. Biz de bittik. Bir süre dilim pelte; ağzımda kuruluk. Sen nasılsın Edi?
            Bir kız çocuğunun çıplak ayağı bastığı yeri ne kadar kirletebilir ki? Bedenine savaş virüsü girenler bunu iyi bilir. O ayakların küçük izlerine kan doldurmaya yeminlilerdir de ondan. Oysa en fazla sevilir o ayaklar. Onları gören aşka düşer; genç papazın gözünden baksana. Keşke sadece domatesler kızarsa; güneşin altında sadece onların kızılı yansa. Toprağa bereketli meyveler yaraşıyor; çocuk izleri bir de. Kan değil. Bunu anlamak için ille de Kirkov olmak gerekmez. Onun gibi sanatçı olmak da. Sıradan biri anlayamaz mı savaşın illet olduğunu; irinli, bulaşıcı, ölümcül. Bu filmde anlayamıyorlar. Küçük bir köyü cehenneme çevirmeyi oyun biliyorlar. Bu oyunu oynamak istemeyenler ise eline silah tutuşturulan köyün gerçek delisinden daha deli sayılıyor. Zaten akıllı olsalardı; veterinerin de dediği gibi; bu tımarhanede ne işleri vardı. Bir fotoğraf sanatçısı, bir âşık genç papaz, bir kızıl saçlı çıplak ayaklı kız çocuğu, bir de veteriner; deliler. Çünkü savaşa değil, hayata meyilliler; diledikleri gibi yaşamaya. Sanatçı arınıp yeniden doğmayı, papaz aşkını doyasıya yaşamayı, çocuk çocukluğunun salıverilmesini, veteriner ise ellerine bulaşan kanın temizlenmesini diledikleri için sığamıyorlar köye; sığdırmıyorlar. Savaşanlar. Dünya bit kadar. Bu bit kadar yerde bir de geniş geniş oturan duacılar var; sadece yiyen içen dua eden, içeriden seyreden. Kısacası, filmdeki haliyle şöyle: kilisede ayin var, dışarıda savaş; kilisede papazların tılsımlı sözcükleri var, dışarıda ise kaplumbağayı ters çevirip ateş çemberine atan çocuklar; bir kilise var bir de dışarı. Bu ikisi birbirinin işine yaramaz ne ki bir çıkar yoksa. Yaşlı papaz yağmur kokusunu aldı. Kötü şeyler olacak.
            Koyun otlatmıyor da adam vuruyorlar. Koyun otlatan adam mı oluyor; silahla olunuyor. İç savaşın ince damarı köyün üç beş erkeği var zaten; onlar da adam. Silahlı; güçlü tabii. Saygı gösterilesi. İç savaşın yumuşak karnı köyün üç beş kadını var zaten; onlar da yaslı, kapalı. Duvarlar içine, kendi içlerine tabii. Savaş yası onların payı. Herkes payına düşenle ne edeceğine kendince karar veriyor; aklının, yüreğinin, yaşadıklarının çeşidiyle, ağırlığıyla. Bir de tabii çevresiyle; şartlar. Kirkov taraf olmanın saçma olduğuna karar verip, dönmeyi seçiyor örneğin. Dul Hana; Kirkov’un gençlik aşkı; kaybolan kızından vazgeçmemeyi. Diğerleri; filmde olmayanlar peki? Kimi seyretmeyi, ah vah etmeyi; kimi üretmeyi, ürettiğine sanat demeyi; kimi bilmemeyi; kimi sadece uyumayı, susmayı, susturmayı; kimi kazanmayı, sıradan da olsa arsızca iştahla yaşamayı. Bir de kimileri yazmayı; sıradanlığın köküne kibrit çakmıyorsa çöp, çöplük. İnsan bu; savaşı kim bilir hangi cehennemde uyurken yeniden hortlatmayı da seçer. Köyde, şehirde fark etmez. Ekinde, bağda bahçede, sürüde değil de bir restoranın loş ışıklı masasında neden olmasın? Ama biz şehirlerde yüksek kültür üretiyoruz. Haydi oradan. Öyleyse o adam nasıl patlattı silahını? Kişisel şiddet mi? Savaş da fazlasıyla kişisel değil mi? Şarap eşliğinde, sorunlarını neredeyse fısıldayarak çözmeye çalışan çifti o derece terbiye eden medeniyete imrenirken etrafa saçılan kandan midem bulandı ama daha çok medeniyetin ikiyüzlülüğünden. Bir yüzü insan aklının muhteşem tarafı; diğeri dibi, balçığı, karanlığı. Ölenden özür dilenir mi? Var üstüne ağla. İstediğin kadar ağla. Kocasından zaman dilenen kadının ellerinde parçalanmış bir yüz; bitti. Yaşayacağı günlerin içinde karşısında oturan adamın olup olmayacağına karar vermek için biraz zaman; artık sonsuz. Kocan öldü. Köydeki dul kadınların acılarına hoş geldin. Savaş her yerli.
            On üçüncü basamakta uzun uzun oturmak istedim. Çünkü o sırada doğa bile benden yanaydı. Tüm güzelliğiyle karşımda öylece duruşundan belliydi bu. Ama sonra ne oldu da düşman oluverdi; bütün fırtınalarını bana kopardı, sağanak yağışlarını bana yağdı, dağını taşını üstüme yığdı, beni yok saydı. Sanki ben istedim ayağa kalkmayı, öbür basamakları çıkmayı. Büyümek beter şeymiş. Her şeyi anladığını sanıp, bin kere anlamadığının budalalığıymış. Belki de güzel olanla bu yüzden ayrı gayrı düştük. Akıl baliğ olduğunda, güzelin güzel olduğunun farkına epey varınca tadı tuzu kalmıyor hayatın. Anlam verdiğim için; fazlasıyla anlamlı kıldığım için. Yavan tat; tat bile değil. Oysa oradayken yani tozlu rüzgârda, o sadece oydu; güzel. O kadar. Adsız, benim anlamlarımdan bağımsız, varlığıyla var olan. Güzelim, gençliğim, gençliğimin gözüyle gördüklerim; söyleyin neredesiniz?  Gideceğim gitmesine de, zaman denen felaket yüzünden hiçbir dönüş aynı yere, aynı şeye, aynıya olmuyor ki. Filmdeki yaşlı papaz yerden göğe kadar haklı; Çember yuvarlak değildir / Zaman asla ölmez. O kadar ki şehirli de duvarına yazmış bu iki keskin cümleyi. O duvarın önünde bekledi Kirkov; gitmeyi. Basit bir gitmek değil. Gitmelerden çekip gitmek olanı. Kara kalplilerin kanlı fotoğraflar için verdiği ödülü başlarına çalarak hem de. Montunun sağ omzundaki yırtıktan başka hiçbir savaş izini yanında götürmemecesine; her ne kadar çember yuvarlak olmasa da onun gibi gidebilmeye, dönebilmeye imrendirerek. Keşke benim de sonum öyle olsa. Beni de yağmur yıkasa.
            Film bitene kadar sustu Edi. Hiç yapmazdı. Susmayı pek bilmez de. O’nun hiçbir anlamı olmayan tek sessizliği kolumdan çıktıktan sonraki sessizliğidir. Ölü gibi; ruhsuz, dilsiz. Neyin var Edi? “Böyle nereye kadar?”. Keşke sormasaydım. “Doksan iki yaşıma kadar yaşamak istemiyorum”. Ne olur Edi basitçe derdini söyle de filmden kalanlarla arama girme. “Derdim bu işte; beni susturman. Senden daha akıllıyım ama anlatan sensin. Aklımı çalıyorsun”. Peki bunun doksan iki yaşla ilgisi ne? “Rüyamda gördüm. Zaten ondan sonra anladım bana muhtaçlığını. Çok akıllı biriymişim. Şu filmdeki köye benzer bir yerde yaşıyorum. Herkesin aklı benimkinden azmış. Bana sormadan, benden akıl almadan hiçbir iş yapmıyorlar. Birden böyle kocaman bir ağacın altında uyuyan doksan iki yaşında biri oldum. Hastaymışım. Ağacın altı mahşer yeri. Köylüler beni doktora götürmek istiyor. Ama kalabalığın içinden çıkıp, buna izin vermiyorsun. Ağzını açın diye bağırıyorsun. İki kadın ağzımı yırtarcasına açıyor. Bakın diyorsun, süt dişleri çıkmış, yeniden doğuyor bu. Bırakın ölsün. Yoksa böyle daha çok muhtaç olursunuz bunun aklına diye bıdı bıdı konuşuyorsun. O an nasıl boğasım geldi seni anlatamam. Ama galiba hastalığım yüzünden biraz dermansızdım. Ayağa kalkamadım”. Öldün mü peki? “Lise kompozisyonu okumuyorsun, rüya bu. Nasıl oluyor bilmiyorum ama başka bir rüyaya gittim. Yani rüya değişti. Kara bir duvar, çocuklar, bir şeyler bir şeyler. Şimdi bunu boş ver. Derdimi öğrendin, de bakalım diyeceğini”. İyi ki ben senim Edi. “Kim kimin içinde onu da söyle”. Sen bensin Edi; iyi ki. Yağmur ne güzel yağdı değil mi? “Hem de üç kere”. Peki cehennem söndü mü?        


NOT: Film, Yağmurdan Önce;  Yönetmen, Milcho MANCHEVSKİ

Sözcükler Dergisi 59. (Ocak-Şubat 2016/1) Sayısında Yayımlanmıştır.

14 Temmuz 2015 Salı

KARANLIKLAR SOKAĞI SARKACI

                                                                                                                               

Çok korkmuştuk o gece. Çelik kapının üç kilidini sonuna kadar kilitleyip, perdeleri sıkı sıkı kapadık. Sonra karanlıkta sessizce oturduk. Çok oturduk. Çığlık durmak bilmedi. Tırnaklarımı yemeye başladım. Bu sefer Edi bana hiç karışmadı. Çünkü tek söz ikimizi de utanç uçurumuna yuvarlardı. Bundan emindik. En iyisi beklemekti. Nasıl olsa bilinmeyen dışarıdaydı. Şehrin bir yerinde ama evimizin içinde değildi. Bu da iyi bir teselliydi. Ama olmuyordu işte. Korkmaktan daha fazlası vardı derimin içinde. İşte o her ne ise; beni terletiyor, başımı ağrıtıyor, kalbimi sıkıştırıyordu; ama en kötüsü de bu kemirmeyi bana yeniden musallat etmesiydi. Sadece tırnaklarımı değil; beynime kadar kemirecek, yok edecektim kendimi. Neyse ki yoksa ne yazık ki mi demeliyim, kemire kemire tam dirseklerime geldiğimde, çığlık kesildi. Karanlık buraya kadarmış diyerek ışığı açtım. Edi de makinayı. Bu çığlık kimin çığlığı bilmek istiyordu. Öğrenemedi tabii. Makinanın bozuk olduğunu bir kabul edemedi gitti. Çok sinirlendim. Sehpadaki kumanda aletini paramparça etmemek için kendimi zor tuttum. Bastığı rakamlarda umut arıyordu. Bilmeyi ummak; umuda sarılmaktı dileği. Bire bastı, Bay TV. İkide yine onun suratı. Üç dört derken tekrar başa döndü. İkinci turda Bay TV yorulan suratını dinlendiriyordu herhalde ki cinayet reklamları başlamıştı. Bir Bay TV’nin suratı, bir cinayet reklamı; bozuktu işte bozuk. Tam kapatacakken bir baktık ki bu sefer de rakamların hepsinde hipnoz sarmalı bisküvilerin dansı var. Oynadık; oynattık.
Masal tadında başladı şehrin öyküsü; bir varmış bir yokmuş. Ama iyice kulak verince, tadı acı geldi. Masal başlamadan bitti. Bir film seyrettik Edi’yle; sessiz bir şehirde başlayıp, umutla el sallayanların parlak gözlerinde biten bir film. Avuç içlerindeki kader çizgilerini boylu boyunca kesen, sizin geleceğiniz benim der gibi derince yerleşmiş yara izi şehrin sessizliğinin tarihini veriyor. Üç kuşaktır böyleyiz diyor. Sesleri çalınalı üç nesillik zaman geçmiş. Torun, baba, dede aynı yarayı taşıyor. Torun Ana, Bay TV’ye ait Gıda TV’nin reklam baloncularından birinin halatını elinden kaçırıyor. Bu olay baba ile dedeyi TV’deki işlerinden ederken, boyunlarına asılı kimlik kartlarındaki yüzlerine de bir çarpı basılıyor. Gıda TV’nin işine yaramayanların hepsinde olduğu gibi. Yüzlere basılan çarpılar şöyle dursun da aslında sesleri olmadığı için değersizler. Çünkü Bay TV çaldığı o kıymetli hazineyle düzenini oturtmuş. Ama o da ne? Gizli kasasındaki emzikli kız çocuğunun verdiği haber, beyefendinin kel başına çizdiği o sahte saçı terletiyor. Kaynak tükenmek üzere! Yeni sese ihtiyaç var. Yoksa sarmal bisküvilerin üretimi duracak, o sarmalla uyutulan şehir uyanacak. Uyandığında da sesinin peşine düşüp, Bay TV’nin düzenini bitirecek. Büyük felaket. Hemen tezgâh kurulmalı, yeni ses makinaya aktarılmalı. Bütün şehrin sesi alındığına göre bu kıymetli kaynak nereden bulunacak? Ey tarihin güzel sözcüsü, ey tüm zamanların asi çocuğu, ey insana insan olduğunun tarifini veren alçakgönüllü; kimsin sen? Sanatçı. Bu şehrin sanatçısı Gözleri Olmayan Çocuk’un annesi. Koca şehirde sadece ikisinde ses var. Ama çocuğun sesinden henüz kimsenin haberi yok. Bay TV’nin tüm planları sanatçının sesi üstüne kurulur. Çocuğu için bir çift gören göze karşılık ses. Gözler yanlış adrese gidince pazarlık bozulur. Bu adam Bay TV; pazarlıkla alamadığını zorbalıkla alır. Ona göre her hava hoş. Uşak Sıçan’ına emir verir, her şey halledilir. Tabii öyle zannedilir. İşin içinde sanatçı var, kaçır kaçırabildiğin kadar. Sesiyle devirir tezgâhını; uyutamazsın da çalışmaz makinan. Çıldırır tabii. Çalıntı sesleri makinaya, oradan da Gıda TV’nin üretim bandına aktaran Doktor’a haykırır; “Hani uyuyacaktı?”. İkinci bir ses olabilir mi? Onu da ele geçirmeli. Bay TV’nin düzenini bozan belki de o bilinmeyen sestir. Makina onun yüzünden çalışmamış olabilir. Bir zamanlar insanlar için kanatlı ayaklar düşleyenlerin soyundansak eğer, hazır makina da arızalanmışken fırsat bu fırsat. Dedenin sandığa gizlediği düşleri, çocuğu gerçek kılacak. Sessiz kaldık ama sözsüz değil çok şükür. Sözcükleri kimseye vermeyiz. Yolculuk başlar. Haydi, çık antene.
İkinci gece yine korktuk. Sadece karanlık yetmez oldu. Sessizlik ise daha çok çağırıyordu o kahreden çığlığı. İyisi mi bozuk mozuk ama biçare makinayı açmaktı. Filme devam ettik. Ses sestir ne de olsa. Bir boks maçı vardı. Böyle kanlı dövüşlerin heyecanı her şeyi unutturur. Tam isabetmiş Edi’ye göre. Sessiz halk yumrukları sayarken, Bay TV de çarkını çevirir, gül gibi geçinip gidilir. Ama bu seyrin gerisinde bambaşka şeyler de olur. Öyle ki birileri Bay TV’nin o kirli ellerinde tuttuğu hayatlarının peşine düşebilir. Düştüler de. Reklam balonlarıyla uçup, o gizli yere gittiler. Meğer oyun ne büyükmüş, ne devasaymış kuşatma. Şehrin dışına konuşlandırılan anten yutmaktaymış insanların sesini. Evlerin çatısına konulan antenlerin bu işe yaradığını öğrenince deli gibi sevindik Edi’yle. Bay TV insanların sesini emiyor, biz de seviniyoruz işte. Öyleyse “deli gibi” doğru tanımlama, hatta gibisi fazla. Biz resmen deliyiz. Boks maçı sürüyor; sanatçı uyutulamamış ama yakalanmış, tutsak edilmiş; insanlar hem sarmal bisküvilerini yiyor hem de seyrediyor; sessizlik kader kabul edilmiş, düzen gidiyor; bir baba, babasının nasihatiyle antene çıkıp şehri kurtarmaya kalkışıyor. Peki, bu sirkte kalemler nerede? Gördüm Edi gördüm. Antenin içindeki emzikli kızın elinde. Yani o da Bay TV’nin kölesi. Ürperdim. Ama hepsi değil galiba. Antene giderken aralarından geçtiler. Yol üstündeki sıra sıra gazete dağları bunlar. Gerçeğin peşine düşenler şehrin dışına atılmış; gazete ve sözcük yığınları ıssız dağlara dönmüş. Gerçeklerden, gerçeği göstermeye uğraşan kalemlerden kaçan sessizler, layığınızı bulmuşsunuz diyesi de, dil dönmüyor işte. Bir de tabii kimsenin layığı Bay TV olamaz, kimseye yakışmaz. Ölesiye sessizlik, ölesiye kölelik; bu mudur güzel insanların giyeceği gelinlik? Tek tarafın çarkına su dökmekle geçen bu evlilik bitmeli. Çocuklar için bitmeli. Zaten çocukların yüzünde sessizlik güzel durmuyor, gözlerine hüzün veriyor. Daha çok da bu yüzden tabii; devran tersine dönmeli. Önce uşaklarla başa çıkılır. Sıçan Uşak kuyruğunun geçtiği her delikte, her yerde. Baba boğuşur onunla. Silah patlar. Seken kurşun emzikli kızı yere yığar. Cenazemiz kocakarı olur çıkar. Düzenin çarkı hızla dönerken farkına varamadığımız sarkaç, sadece ölünce gösterir bize gerçeğini. Yaşarken gördük de sanki. Film Edi’yle bana, “Hız gitti, tuz bitti” dedi. Sürekli çarkın tekerine çalışıp, kendi hayatına hiçbir şey katamayışın tasviriydi ölüm. Dönerken değil, durunca düşmek gibi. Emekli ol, öl. Kocakarıyı yerden kaldırmalı. Ölü bizim ölümüz, biz ölüyüz.
Sessiz film bitti. Makinayı kapatıp, çelik kapımızı kontrol ettim. Çelik gibiydi. Bu iyiydi işte. Kötü olansa dışarıdakinin hâlâ devam etmesiydi. Oturdum, aklımda gezindim. Taze taze film kokuyordu içi. Daha dem almamıştı ama uzunca bir süre başımda gezinecek görüntüler yavaş yavaş dibe çökmeye başladı. Zaman çabuk geçsin diye onları seyrettim. İşimiz gücümüz seyir ne de olsa. Gözlerim kapalıydı. İlk gelen görüntü sanatçının mutsuzluğuydu. Yüzü yoktu. Karanlık bir boşluktu suratı. Pencereye yaklaştırdığı o boşluğa, camın pusuyla mutsuz bir yüz çizdi. Haykırdı; “Övgü okyanusunda, ego köprüsüne tırmanıp binlerce gözden oluşan semada parlayan bir yıldız olsam / Rüyaların hafif mırıltısında bin tane yağ lambasını yakıp, bir hikâyenin sessiz ışığında sesime bir beden uydursam /Kırılgan dijital dünyamda araman gerekiyor kendi yerini /Umudun, bir diğer "sıfır"mı yoksa "bir"mi olacaksın?” Diğer sanatçıya ne demeli? Boyalıydı yüzü. Bir yüzü vardı yani. Ama sesi yoktu. Plaktaki sese dudaklarını oynatıyordu. Sesi varmış gibi yaptığı için sahnedeydi. O sahnede,  plaktaki sesin sahibi gerçek sanatçı ise uyutulmak üzere içeride. Üzülmüyorum çünkü kara sarkaç Gözleri Olmayan Çocuk’un elinde. Sarkaç bir gün şehirden yana olacak, Karanlıklar Sokağı aydınlığa kavuşacak. Çünkü o çocuğun sesi makinayı bozacak. Sonra, iki çocuğun Ana’nın odasındaki mutluluğuna; küçük kızın yatağın üstündeki ağır çekim zıplayışına baktım. Umut onlarda, mutlu çocuklarda. Bir de antendeki sarmal üretim sona erdiğinde sesin şehre doğru gidişi, kulaklara girişi, insanların dirilişi kalmış aklımın deminde. Gözlerimi açtım. 
Geceler geceler üstüne, öyle çok gece geçti ki karanlığa alıştık. Çığlığı da sevdik. O kadar ki duyulmaz oldu artık. Sevdikçe yok saydık yani. Sessizliğe gelince; varlığı pek bir ağırdı. Kaldırdıkça yorulduk, yoruldukça da uyku bastı. Kısacası geceler boyu uyuduk biz. Bu uykudan bıkmış usanmıştım. Uyumamayı çok ama çok istiyor, yine de uyuyordum. Bir gece yine her şey aynen devam ederken dedim ki Edi’ye bir rüya anlat da uyumayalım. “Rüyamda ben senin kolunmuşum. Daha doğrusu koluna geçirdiğin bir hayvan. Hem de konuşan bir hayvan. Seni yiyip, tamamen sen oluyorum. Ama hayvan bir sen. Ben oluyorsun kısacası. Ama ne tuhaftır ki içimde olduğunu da biliyorum. İçimdeki senle ben bir bahçeye giriyoruz. Her yer çiçek, her yer kelebek. Birden gökyüzünden, çıtır çıtır yanarak kara lastik ayakkabılar düşüyor. Yer kızıl ateşe, gök siyah dumana çalıyor. Ben de yanıyorum. Aynı o lastik ayakkabılar gibi yanarken bahçenin dışına kar yağıyor. Hem yanıyor hem de bu kadar kar ne çabuk yağdı da çocuklar toplandı diye düşünüyorum. Canımın acısı katlanılır gibi değil ama onların kardaki gülücüklerine gülümsüyorum. Tam ölürken görüyorum ayaklarındaki kara lastiklerin tutuştuğunu. Bu sefer yer gök çocuk feryadı. Sonra öldüm zaten. Öldük yani”. Uykumuz kaçtı çok şükür. Uyumayacaksak çıkalım bari. Makinanın diyecek bir şeyi yok nasıl olsa. Üç kilidi uzun zamandır ilk defa ters yöne sonuna kadar çevirdik. Çelik kapı açıldı, içeri girdim; şehrin göbeğine. Orada bir şey vardı. Korkarak ama daha çok artık gerçekten içeride olmanın verdiği coşkuyla, merakla yürüdüm. Sokağın ortasında bir çemberdi o şey. Çemberin içindeki de ben. Kana batmış bedenimin yaraları çığlık atıyordu. Dışarıya doğru, evlerinin karanlığında sessizce oturan dışarıdakilere doğru çığlık, çığlık, çığlık.

NOT: Film; La Antena,  
         Yönetmen; Esteban SAPIR



1- Sözcükler Dergisi 56. (Temmuz-Ağustos 2015/4) Sayısında Yayımlanmıştır.

2- Psikesinema Dergisi 4. (Mart - Nisan 2016) Sayısında Yayımlanmıştır.

15 Nisan 2015 Çarşamba

BU TANRI BAŞKA


            Ateşe verebileceğimiz bir adamız olsaydı, bu kadar çok “lütfen” ya da “teşekkür ederim” der miydik acaba? Beş çayında değiliz. Konuşarak hallolmuyor meseleler. Öyleyse medeniyetimize güvende bu kadar ısrarın anlamı yok. Buyurun bu siyah beyaz adaya. Zavallı ada. Film başlıyor.
            Sağ kolum Edi’yle oturduk yine. Karşımızda çocuklar. Denize düşen uçaktan burunları bile kanamadan kurtulmuşlar. İkişer, üçer, beşer kıyıya yol aldılar. Suya varışın ilk yolcuları birbirleriyle tanıştı. Biri Ralph. Peki diğeri? Adını söylemek yerine endişesinden dem vuruyor. “Bana Domuzcuk deme de ne dersen de” diyor. Hem şişman, hem de gözlüklü. Öteki olmak için yeter de artar bile. Ama Domuzcuk bu öteki olma durumunu başka mertebeye taşımış: farklıyım ama sizin bende gördüklerinizle değil. Domuzcuk’un astımı var. Astımlı olmak bir ayrıcalıktır; çirkin olmaktan daha iyidir hiç olmazsa. Ralph hızlı yürür, yüzer. O ise yavaş yürür, yüzmez. “Teyzesinin sözünden de hiç çıkmıyor baksana”. Haklısın Edi. Teyzenin de etkisi büyük bu astım konusunda. Büyüklerin sözünden çıkmamak gerekir ne ki o yasaklı sözler işimize geliyorsa. Üfleyip öttüreceğimiz koca bir deniz kabuğumuz da yoksa vay haline büyüklerin. Denizin o dakikalar cömertliği üstünde; kıyıda bir kabuk. Adını Domuzcuk veriyor. “Versin bakalım. Kendi adı unutturulmuş birinin bu kadar da hakkı olsun değil mi?”. Kabuğun adı Şeytanminaresi imiş. Bunun gibi bir tanesini komşularının arka duvarında asılı görmüş. Komşu çocuk Şeytanminaresi’ni öttürünce annesi gelirmiş. Ne yazık ki bu adadaki Şeytanminaresi, bıçağın yanında komik bir oyuncaktan fazlası olamayacak. İster öttür, ister öttürme ne ki kuralların canı cehenneme atıldıktan sonra.  
            Çocuklar çoğalınca toplanıp düzen sağlamak gerekti. Kıyıdan az ötede, biraz yüksekte toplanıp tanışadursunlar, adanın ıssızlığını duman altında bırakacaklar çift sıra halinde geldiler. Önde Jack. Uzun çocuk, hırslı çocuk, giderek zalimleşecek çocuk, ama görüntüsü yine de çocuk Jack. Kilise Korosu öğrencileri ilahiyle geldiler; sırtlarında papaz pelerinleriyle: MERHAMET ET TANRIM, MERHAMET ET TANRIM. Tanrı’dan merhamet dilerken kanın şırıl şırıl akışından zevke varınca artık değil merhamet dilemek, Tanrı’nın kendisi bile unutuldu. Böylesi daha kolaydı da ondan. Ey Tanrı hem zevki ver, hem de ona varmayı yasakla. Öyleyse artık Tanrı biziz. Jack kibirle seslendi korodakilere: Avcılarım, pelerinlerinizi atın. Sahne sırası bıçakta. Jack’in avcı mertebesine çıkardığı korodaki çocukların pelerinlerini komik bulup gülenlere söz yetmez. Çünkü ortada azarlayacak bir büyük yok. Öyleyse ağaca saplanan bıçak meseleyi kökünden halleder. Halletti. Çocukların sesi bıçak gibi kesildi. “Şeytanminareli Ralph yerine bıçaklı Jack lider olmalıydı. Bakışları dehşet”. Dehşet saçan her şeyi en tepeye koyma Edi. “Koymam da koyuyorlar ama. Korkunun gözünü seveyim, gücün elinden öpeyim”. Sesini keserim. “Hangi bıçakla? Ağaca saplananla mı yoksa domuzun gırtlağına dayananla mı?”. Bıçak aynı bıçak ama Jack aynı Jack olmayacak. Kanı gören iflah olur mu hiç? “Olmaz olmamasına da bana kalırsa güç önemli. Kaba güç Jack’te. Ralph’in oyuncağı Şeytanminaresi değil de bıçak olsaydı Jack’in yaptıklarını yapar mıydı acaba? İnsanın içi bulanık tamam ama herkesin kusmuğu da farklı işte. Jack’in bulanıklığı daha kara. Ada keşfinde domuzun gırtlağının dibine kadar yaklaştırdığı bıçağı sokamadıysa daha zamanı gelmediğindendi. Kusma zamanı. Bir de tabii gücün farkına, tadına varma zamanı”. Sus Edi. “Kıskanma beni”. Kibirli şey.
            Orada öylece, göğün yerin arasında bir yerde kendiliğinden duran kayayı haydi bir gayret itelim, kaya yuvarlansın, içimiz gıdıklansın, rahat edelim. “Çocukların şımarıklığı;  oyuncaklarını da kırardı bunlar”. Öyle değil işte Edi. Yediden yetmişe doğanın gücüne kafa tutuyoruz. O güç bizde olsun istiyoruz. Almak için de taş üstünde taş bırakmıyoruz. Kayaların dili olsaydı da konuşsalardı kim bilir neler anlatırlardı. “Kaya yuvarlandı gitti. Adanın ada olduğu üç keşifçi çocuk tarafından keşfedildi. Şimdi sıra savaşmak için bir Canavar yaratmaya geldi”. Yaratmaya ne gerek, Simon’un da dediği gibi Canavar biziz oysa. Bunu seyretmek ürküttü beni. Kimileri filmde bir “büyüme hikâyesi” klişesi bulabilir. “Ben bulamıyorum”. Ne buluyorsun öyleyse? “İnsanın ne kadar zalim, vahşi bir canlı olduğunu buldum ben. Çocuk bile olsa”. Sen Edi değil de ben olsaydın bu kadar rahat olamazdın. Ağzına geleni deyiveriyorsun. Ben senin kadar dürüst değilim. Sözleri boyamaya ihtiyacım var. Tıpkı çocukların öldürmeye başladıktan sonra boyandıkları gibi. Adaya gömlek kravat, omuzlarda da pelerinle gelen Jack yarı çıplak soyunuyor, göğsünü yüzünü adanın meyveleriyle boyuyor. Avcıları da tabii. Artık ilahinin değişme zamanı geldi çattı: ÖLDÜR, BOĞAZINI KES, PARÇALA; ÖLDÜR, BOĞAZINI KES, PARÇALA.
            Kayayı yerinden edenlerle, kertenkeleyi sevenler aynı adada. Canavar’ı yaratan akıl sahipleriyle, O’nun varlığına asla inanmayan akıl sahipleri de öyle. Akıl akıldan ne kadar da farklı. Simon’nun aklı kayalıklardaki kuytuda yatanı bir pilot cesedi olarak görürken, diğerleri ama en çok da Jack’in aklı ise Canavar olarak görüyor. Çünkü iktidarın güce; gücün de tebaa korkusuna ihtiyacı var. Dağın zirvesinde olan şudur: Sen Şeytanminareli kibar çocuk, sen mi koruyacaksın bizi Canavar’dan? Kuralların canı cehenneme. Seçilmiş olman da öyle. Avcılar domuzu ateşe atın. Ete ihtiyaç var. Kana ihtiyaç var. Kurtarılmaya ihtiyaç var. Domuzun kellesi mızrağın ucunda Canavar’a adanır. İşler böylece hallolur. Olur mu acaba? Olmaz tabii ne ki öldürülen sadece adanın değersiz çirkin hayvanı olmadıktan sonra. Simon ile Domuzcuk dışında hepsi öyle çok korkarlar ki, yağmur şimşek gök gürültüsü derken içlerindeki Canavar çığlık çığlığa çıkar. ÖLDÜR, ÖLDÜR, ÖLDÜR. En küçüklerinden en cesur olanı öldürülür. Çocuk eti yenmez. Bu sefer ateşe değil, denize attılar. Hani aklı kaybetmeyecek, her şeyi doğru yapıp en kısa zamanda evlerine gideceklerdi? “Akıl da amma fırıldak şey. Bir dönünce tam dönüyor”. Döndürene bak sen. “Korku”. Bir o mu Edi? “Şimşek falan filan”. Sen de Domuzcuk gibi kaza süsü vermeye çalışma. Canavar’ın varlığıyla her şeyin anlamını yitireceğini düşündüğü için Ralph kadar yıkılmıyor o korkunç cinayetten. Avcıların birer Canavar’a dönüştüklerini görüyor görmesine de iş işten geçiyor. Ne de olsa bir ölü kendini kandıramaz artık. O gece o büyük ateşin etrafında dönenler, büyüklerin olmadığı bir dünyada ellerindeki özgürlükle ne yapacaklarını şaşırmış güç sarhoşlarıydılar. Ceza yoksa sınır da yok. Gidebilecekleri kadar giderler. Korku bahane. Onu azdıran doğa harikaları da. İşte tam da burada Domuzcuk gibi sormak istiyorum sana; yüzü boyalı vahşi sürüsünden biri mi, yoksa Ralph gibi mantıklı biri mi olmayı seçiyorsun? “Gerildim”. Bu iyi işte. Mal gibi seyretmektense yay gibi gerilmek daha iyi. “Aklımı da hesaba kat”. Duyguları da. Film öyle daha güzel anlatır kendini. Sen onun karşısında akılla, duyguyla donanınca yani. Sağlam kal, sıkı dur.
Ralph çok çaresizken filmi durdurduk. Edi dün gece gördüğü rüyasını anlattı. “Eşek olarak gördüm kendimi. Eskiden kışın soba küllerinin döküldüğü bir tümseğimiz vardı. Tepe diyelim. O tepedeydim işte. Küllerin üstünde debeleniyordum. Kalkmak için epey uğraştım. Sırtım, ayaklarım gri olmuştu. Sonra dört ayağım üstüne dikildim. Evlere doğru zırladım”. Anırdın yani. “Eşek anırır diyorsun anladım da rüyamdaki aksakallı öyle demiyor işte. Öyle zırladım öyle zırladım ki evlerde insan kalmadı. Hepsi tepeye sökün etti. Önde de O”. Dedemiz; sakalı ak. “Kesme, dur. Ey eşek diye seslendi bana. Sen dedi; yüceleceksin. O zırıltını sadece bu arkamdaki kuru gürültü değil, vallahi de billahi de yedi cihan duydu. Büyük biri olacaksın. Herkes sana ağam paşam diyecek. Birden ben, ben oldum”. Sonra. “Bu kadar”. Sen, sen olunca bir şey demedin mi aksakallı dedeye? “Uyanınca geldi aklım başıma. O zaman dedim ama dede mede çoktan gitmişti”. Peki ne dedin? “Bu kaçıncı eşekliğim eşekoğlueşek, haydi oradan dedim”. Kendine inanmazsan daha çok eşek olursun. Dede iyi ki de gitmiş. Yoksa duysa çok ayıp olurdu. Öte taraftan kalkmış gelmiş uykuna, girmiş rüyana. “Gelmeseydi. Bu rüyayı niye anlattım?”. Sahi niye, hem de film bitmek üzereyken? “Sabah anlatmadım diye anlattım. Bir de filmin sonundan çekindim; ya unutturursa rüyamı”. Başımı sağa sola sallıyorum Edi. “Görüyorum”. Seyre devam.
Vahşi sürüsünün iki ucu da sivriltilmiş mızraklarından, öfkeli seslerinden; adayı saran dumandan, Domuzcuk ile Simon’un korkutan sonundan kaçmaya çalışan Ralph kan ter içinde kaldı. Koştu korktu; korktu koştu. Çocuk yoruldu. Tökezledi. Bir çift koca ayakkabının dibine düştü. Ayakkabı değilmiş ki? Onlar ne büyük ayaklar öyle! Tanrı su kenarında bekliyordu işte. Korkma Ralph bu Tanrı başka. Canavar’ı yaratan ilk akıl sahibi yaklaştı. Hayalle gerçek arasında sıkışıp kalınca, akıl şaşıp kalıyor. O küçük çocuğun gerçeğe ihtiyacı vardı. Ralph’in Tanrı’sına işaret parmağını uzattı. Dokunmak sonra da hissetmek için. Gerçekmiş. Söz ağızından çıkmaya uğraştı, olmadı. Dudaklar açılıp kapandı ama çıt yoktu. Acaba ne diyecekti? “Amca şu vahşileri dövsene”. Yaşasın büyükler. Yaşasın kurtulduk. Ralph ağlama ya da ağla. “Ağlıyor zaten”. Haklısın Edi, çok güzel ağlıyor.
Film bitti. Rüyan hâlâ hatırında mı Edi? “Ne rüyası?”. Bilmem. Sıkıldım senden. Edi’yi çıkarıp attım kolumdan. Uyuyacağım. Uyumadan önce de, rüyamda mutlu olmasalar da hiç olmazsa kimseye dünyayı dar etmeyecek kadar iyi huylu, huzurlu insanlar göreyim diye dua edeceğim. Tüm dünya için elimden, rüya görmekten başka bir şey gelmiyor. Tanrı duy.

NOT: Film “Sineklerin Tanrısı”; Yönetmen “Peter Brook”.



Sözcükler Dergisi 54. (Mart-Nisan 2015/2) Sayısında Yayımlanmıştır.

İNTİHAR DURAĞI



Bütün bunları öğrendim ve artık geri dönüşü yok.
Cahillik bir zamanlar sonsuz mutluluktu.”
Chuck PALAHNIUK

            Köprü üstünde böyle bir durak olduğunu bilmiyordum. Varmış meğer. Şoföre ölmek istediğimi haykırınca orada durdu. Kimse umursamadı bunu. Hiç şaşırmadılar da. Demek uzun zamandır vardı bu ölüm durağı. Yoksa bir Allah’ın kulu da demez miydi ne ölmesi yahu, durdurun şunu; otobüsü değil şu kadını. Sonra kolumdan tuttuğu gibi beni, yeniden içeri alırdı; hayata. Alır mıydı? Almasındı canım. Zaten böylesi çok iyi oldu. Varlığımı yok saymaları yani. Çünkü gerçekten yok olmak istiyordum. O gün.
            “Melek” diye seslendi annem. “Bak Melek”. “Bakamam anne”. Duymadı beni. Duymaz ki. Kanepenin dibine çöktü. Omuzlarında elli beş kiloluk yükle. Son dört yıldır oralarında taşıyordu beni. Derin bir nefes aldı. Anlaşıldı. Yine bir iş vardı. Gerçek iş. Konunun o iki harflik esas kısmına gelmeden önce eveleyip gevelerken ben de terini soludum. Çekirdek kavruğu gibi kokuyordu. Annemi yiyesim geldi. Ben onu öyle çıtır çıtır yerken o da beni sevseydi keşke. O zaman belki biraz düzelirdi soluğumdaki hırıltı. Nefes alamıyorum; hem de uzun zamandır. Tıkanıyorum. Bazı sabahlar kanatlı uyanıyorum. Ama yerim o kadar dar ki değil uçmak, şöyle gerine gerine açamıyorum bile onları. Bazen de simsiyahım. Öyle ki annem korkudan giremiyor odaya, kapının deliğinden veriyor kahvaltımı. Daralmanın darlığı artıp tenime değdi değecek olduğundan mı yoksa annemi görmeyi istemediğimden mi bilmiyorum, artık kanat manat yok. Sadece siyahım son zamanlarda. Üstelik sabahları da değil, hep. Çamur gibiyim. Daha çok da bataklık. Annem bende çırpınıyor. Çırpındıkça da batıyor. Aslında benim batan. Uçabilseydim böyle olmazdı. Dünyayı kanatlarıma dar eden Zalim’e gücüm yetmiyor. Kızım dedi annem; bir şans daha ver kendine, bir kalk, bir git, harekette bereket vardır ne de olsa. Annem bilmiyor tabii. Daha doğrusu tanımıyor, tanımak istemiyor Zalim’i. Bilerek değil tabii. Kafası günlük telaşla dolu. Bir de çok şükrediyor haline. Hiçbir felaket annemin aklının pasını alamaz. Telaş neyse de keşke o kadar şükretmese, biraz şikayet etse belki de kendini olmasa da gölgesini görebilirdi Zalim’in. Aslında annemin böyle olması da O’nun işi. Dayanamıyorum artık. Anneme cevap vermedim, resimlerimi gösterdim. Ağladı. “Bak ne güzeller anne”. Burnunu çeke çeke seyretti beni. Bekledi sabırla. Çünkü öyle yavaştım ki. Yatağımın altından tek tek çıkardım onlarca kâğıdı. Hıçkırarak aldı elimden uzattığım her biri bir diğerinden kıymetli eserlerimi. Kızım dedi, bu kâğıtlar bembeyaz. Hepsini beyaza boyadım da ondan. İyi yapmış mıyım anne? Başını salladı, burnunu bir iyice çekti, gözlerini sildi. Savaş hazırlığıydı bu. Haklıymışım. Saldırdı. Bu kâğıtlar boş, bomboş, boş işte, kör müsün? Yine yaptı yapacağını, kendi görmezliğini bana yansıttı. Onun gözlerini değil ben, uzmanların da uzmanı gelse açamaz. Başına taş düşse de olmaz. Patlarsa; belki… Çünkü annem için görmemek artık yemek yemek gibi; alışkanlık da değil ihtiyaç yani. Yoksa benim gibi olur. Ölür.
            Rüyamda küçük bir kız çocuğuyum. Komşu bahçede oynamak için duvarlardan atlıyorum. Oynayamadan düşüp ölüyorum. Kan ter içinde uyandım. Bir resim daha çizdim, kendime geldim. Annem bilmem kaçıncı kez yine aynı yüküyle geldi yanıma. Bir git şu adrese ne olur. Kendime o kadar acıdım ki kabul ettim sonunda. Karşımdaki zavallı, göbek atmaya başladı. Onu zıp zıp göbeğiyle bıraktım. Tam çıkıyordum durdu, durdurdu. Adamın siyah takım elbisesi var, dedi. Gerçekten dedi mi yoksa bana verdiği o buruşuk kâğıttaki ismin kuyruğundaki koca harfli BEY mi beynime o görüntüyü soktu bilmiyorum. Ama işte gidiyorum, siyaha doğru simsiyah. Adamın adı Sami, soyadı Ümit, makamı Bey, işi büyük iş. Bense; anneme, annemin dedikodu ortağı komşuya, beni odamda bırakan en yakın arkadaşıma, eşe dosta, sorana sormayana kısacası resimlerime boş boş bakan herkese göre işsiz. İşli olmak beni ne kadar iyileştirecekti acaba? Denemeye değmezdi. Yine de denedim. Son kez.
            Rüyamdaki küçük kız çocuğu “bize gelmeyin” dedi. Aslında bahçemize. Çünkü son zamanlarda orada hep kuşlar ölüyor. Annem bıktı kuş gömmekten. Çok kızıyor. Niye öldüklerini bilmediği için bu kadar kızgın. Korkuyorum onlardan. Zaten annemin kızı da öldü. Bana göstermediler yüzünü unutamam diye. Unutmazsam da herkes gibi yaşayamam diye. Deli olurmuşum. Uyanınca delirdim. Anneme bağırdım. Oda oda dolaşıp çıldırdım. Anne, senin yüzünden anne. Babam kadar utanabilseydin böyle olmazdı. Utanmaz kadın neredesin? Etlerim dökülüyor, neredesin? Her yerim sızlıyor neredesin? Annem evde yoktu. Sami Ümit’e gittim. Güzel giyinmişim. Hayret, saçlarımı da taramışım. Hatta Sami Ümit’e gülümsemişim. Bu tören benim törenim. Cenaze.
            Sami Ümit sadece bir takım elbise. Siyahından hem de. O Zalim’in kapıcısı; o kadar. Bu yüzden onun bir suçu yok bu cinayette. Aslında var. Kapıcısından odacısına, doktorundan avukatına, aklı baliğ olmuş erkeğinden kadınına kadar herkes suçlu ne ki arkalarını döndülerse, sustularsa, gözlerini yumdularsa. Döndüler, sustular, yumdular da ondan öyle oldum ben. Anlayamadım dedi kibirli Sami. Anlatmama fırsat vermeden devam etti. Haklıydı. Fırsat vermemeliydi makamı gereği. Hatta makamı şöyle dursun öyle kasıla kasıla konuşuyordu ki artık Sami Ümit olmak tüm yapıp ettiklerinin tek nedeniydi. Oturduğu yerden bakınca, kendine göre tabii. Ben bit kadar mıydım, neydim? Değildim değil. Ama gel de bunu bu siyahlıya anlat. Anneme bile anlatamadığımı buna mı? Üstelik annemin bile anlamadığını bu mu? Sami Bey ne anlatıyorsa anlatsındı ama artık canımı acıtmasındı. Neyse ki soru sormaya başladı da ağzım açıldı. Hevesim boşa çıktı. Çünkü bir evet bir hayır dedim sustuğu o soğuk boşluklarda. Kuyruk acısı olmasaydı son kez hayır der defolup giderdim. O kaşındı. Kuyruğum var mıymış? “Peki Melek Hanım iyi hoş da kuyruğunuz var mı siz onu söyleyin bakalım”. Bir kuyruğum eksikti iş için. Yok diye ağlamaya başladım. Hem de hıçkıra hıçkıra. Sami Ümit ise o siyah elbisesi içinde jilet gibiydi. Sadece baktı. Sinirlerim iyice bozuldu. Salya sümük saldım kendimi. Hıçkırdım, sümkürdüm, rahatladım. “Biliyor musun?”. Kendime gelmişim hem de beyefendiyi çay bahçesindeki herhangi bir sohbet kişisi mertebesine indirecek kadar bir özgüvenle. Siz yok artık, hep sen, sen, sen. Sormak güzelmiş. Haydi cevap versindi bakalım. Bir de biz bakalım “bakalım”. “Neyi?” diye azarladı sanki. “Bilgiyi” dedim. “Ne bilgisi?”. “Bilmenin bilgisi”. Makamına biraz ter mi bastı ne. Oysa top onun elindeyken üstelik sürekli elindeyken ne güzel eğleniyordu. Topu elinden aldım diye mızıkçılık etti. “İşim gücüm var benim, oynamayalım”. “Ama benim işim gücüm yok, haydi oynayalım” diye ısrar ettim. Çantamdan resimlerimi çıkarıp kucağıma koydum. “Fark etmekten bahsediyorum. Her şeyin farkındayım ben. Eskiden televizyon seyrederdim. Çekirdek çitleyerek hem de. Açılma çıt çıt başladı. Çekirdek boyu kadar, çıt çıt sesinde. Yavaş yavaş oldu yani”. Onun zamanı benimki kadar değersiz olamazdı tabii. Aceleciydi. “Ne açılması, ne çıt çıtı yahu?” diye çıkıştı. “Zihin açılması”. Sustum. Sustu. İyi; kendi bilirdi. Devam ettim. Dinlesindi o zaman. "Okul biter bitmez bir bankada işe başlamadım. Önce süründüm sonra başladım. Dört yıl sonra banka beni kustu. Uyumluydum, çalışkandım, ne denirse yapardım oysa. Belki de sırf bu yüzden o uzun listelerindeydi adım. Bankalar küçülürken böyle ediyorlarmış demek ki diyerek o sorduğunuz kuyruğum var ya işte onu bacaklarımın arasına kıstırıp başladığım yere döndüm. Kuyruğumu o günlerde kaybettim herhalde. Ne yapalım, şans işte; kötü şans. Sonrasını biliyorsun Sami Ümit". Gülesim geldi haline. Acaba beni tanıyordu da hatırlayamıyor muydu? Sırtını dayadığı koltuğu gıcırdadı. Doğruldu. Aslında beni gönderecekti ne ki azıcık merak etmeseydi. Azıcık tabii. "Önceden mi tanışıyoruz Melek Hanım?". Resimlerimi karıştırdım. "Yok. Yok da sonrasını bilmelisin diye öyle söyledim. İnsan işsiz kalınca hele ki bu insan babasız evin tükürdüğüm çarkına su dökmek zorundaysa ne yapar? Senin sorularından daha kolay Sami Ümit. Bakma öyle. İş arar iş". Sıkıldım. Çekirdek kabuklarının boğazıma niye takıldıklarını anlatmaktan vazgeçtim. Bu kare kafalı adamın zihnine kendi zihin açılma yolculuğumu sokmaya gönlüm elvermedi. Ama sonra birden resimlerim geldi aklıma. Baksındı. Görsündü. Ondan sonra belki de anlatırdım. Kucağımdakileri uzattım, "Bakın" dedim, “Bunları ben çizdim”. Hepsine tek tek baktı sağolsun. Sonra bana; boş boş. Gözleri bomboştu. Ayağa kalktı, eliyle kapıyı göstererek "İyi günler Melek Hanım" dedi. Kibar değildi. Anlarım ben. Alışkınım çünkü. Acıdığından öyleydi sesi. Gösteririm ben sana Sami Ümit; bir de senin gibilerine; sonra herkese.
            Anneme kısa bir mektup yazdım. "Sevgili Annem". Başlık ne güzeldi. Devamı berbat. "Ben büyüdüm anne. Zihnen tabii. Ben buna zihin açılması diyorum. Bu açılma sayesinde Zalim'i tanıdım. Sen onu bin yıl geçse de tanıyamazsın. Çünkü küçük kalmışsın anne. Büyümen lazım. Korkma her zihin açılmasının sonu böyle olmaz. Hatta, ortalama bir hayat için gerekli konforu satın alabilecek kadar paran varsa çok anlamlı bile olabilir. Düşünsene anne, hem her şeyin farkındasın hem de rahatın yerinde. Ne güzel resimler çizersin o zaman. İstediğin renge boya, istediğin şekle sok. Paran yok bilgin çok. Olmuyor anne. Bana fark etmeyi sağlayan bilgi artık canıma batıyor. Daha fazla dayanamıyorum. Kusura bakma". Vermedim tabii. Çatır çatır inadına yaşayan, ölenin halinden ne anlardı? Yırttım kâğıdı. İyice. Bir avuç yazıyı yuttum sonra. İntihar mektubum midemde gittim.
            Anneme kısa bir mektup yazmadım. Bağırdım. O gün kırdım kalbini. Oysa ne gerek vardı ki? Giderayak helalleşmek varken yani. Elli beş yıllık ömrüne emanet bakan acınası bu kadına ettiğim eziyet saçmasapandı. Ama buna da hakkım vardı. Çünkü ölmek istiyordum. Üstelik sadece istemiyordum; ölecektim de. Bu yüzden son saatlerimde saçmalayabilirdim. Yoksa ne diye öyle öğretmencilik oynayayım ki? “Bak anne. Bunun adı direniş. Direnemezsen kanadın kırılır, uçamazsın. Uçamayınca da yok olur gidersin. Ölürsün yani. Direnmek adına değil; direnemediğin için işte. Anla. Televizyonu açma. Açma kadın. O kahrolasıcayı en çok orada görüyorum. Kabuklar boğazımı yırtıyor artık. Çitleme. Çıt çıt, delirtiyor. Çaresizliğine nasıl bakabiliyorsun; çekirdek çitleyerek hem de. Yapma anne. Değiş anne, seyretme. Rahmetli babacığım kadar olsan da yeter. Hatırla; karşı komşu penceredeyken beni kucağına almazdı. Kızardın. Biraz sev şu çocuğunu derdin. Severdi ama komşu yokken. Komşunun babasız çocuğu imrenip de üzülmesin diye. Komşu, babamla beni öyle baba-kız görünce dayanma gücü tükenmesin diye. Babam komşudan utanırdı. Onun yoksunluğundan. Daha doğrusu kendi varsıllığından. Biz de utanalım anne. Niye mi? Seyretme bağımlısı olduğumuz için anne”. Sami Ümit’e değil ama anneme haddini bildirdim. Sırf bu yüzden bile ölmeye değerdi. İşte bu kadar zavallı olduğum için çıktım o soğuk demire.
            Otobüsten indim. Anadan üryan soyundum. Çıktım. Atladım. Bu kadar basit. Bir de yaptığıma deli işi diye bakmasınlar mı arkamdan? Ölmeyi seçecek kadar akıllıyım ben. Yani akıllıydım; yaşarken tabii. Güleç bir yüzüm varmış. Gönlüm yaşamaya doymamış. Her şeye rağmen hayat güzelmiş, inadına arsızca yaşanmalıymış. Herkesin paşa gönlü bilir. Öldüm çok şükür ama tıkırtı durmadı. Zalim’in çarkı tıkır tıkır tıkır…

 yirmi beş mayıs 2014’te Boğaziçi Köprüsü’nden çırılçıplak atlayan güleç kıza…



Sözcükler Dergisi 52. (Kasım-Aralık 2014/6) Sayısında Yayımlanmıştır.