8 Eylül 2016 Perşembe

ÇÖLÜN DÖRT MEVSİMİ


            Acı. Hıçkıra hıçkıra ağladım. İnsanın şaşmaz tik taklı oyuncağı içinde sıradan dakikalardı; yürüyordum. Henüz yoktu; acı. Uzun bir yol. Başım gözüm, elim ayağım, bir de ben, tamamen ona aittik; yola. Gitmekle bitmeyen, bittiğini bildirmeyen bu yolun yolcusu olarak onu arıyordum; anlamı. O ki göğsüm üstüne çöken, başım içindeki kıymetliyi tarumar eden, nefesimi değersizleştiren; anlam, onun arayışı. Yolcu olmama neden. Yukarıda ne vardı; bilmiyorum. Aşağıda ne olacak; yol. Sağım solum; kafes. İki yanımda kafesler; gördüm ki ne gördüm. Hiç bakmamış, bakıp görmemişim meğer. Arayış acı, anlam bilinmez oldu. Çünkü kafeslerde yüce gönüllü, iyi akıllı, geniş ufuklu hayvanlar vardı; bunlar sözüm ona sahip oldukları. İnsan. İnsanlarmış. Kafeslenen yolcular. Bacalı, tüten; yemekli, aş pişen; pencereli, ışık göstermeyen; kapılı, yol vermeyen bu kafeslerin arasında durdum. Acının beni kendine alma hazırlığıydı bu. Bekledi. Bekletti. İki elim arasındaki başımı kafeslere salmamı; hani insanlarmış ya! Çöktüğüm yerden kalmamı; hani yol bilmeyen yolcularmış ya. Ayağa kalktım, başımı yukarı kaldırdım. Bir kafesten yüzüme değen çocuk gülüşüyle içine girdim; acının. Aldı beni; acı. Çünkü pencereden bana gülümseyen küçük kızın yüzünden anladığım şuydu; bilmiyorlar. İnsanlarmış. Kafeste olduklarını bilmiyorlarmış. Arayışın canı cehenneme; anlam neredesin? Ağladım. Yolun ötesi; yol, yol, yoldu. 
            Çölün ötesi; çöl, çöl, çöl. Bir dağa bakıp ardında ne olduğunu ölesiye merak edenlerin kara yazgısı hayal kırıklığı. Varım ama nerede, niye? Dağın ardında neyi bulmayı umdum da bu yazgının oyuncağı oldum. Sor sorabildiğin kadar ne ki vardığın yer, geldiğin yerin aynısıysa. Cevap yok. Katlanılmaz bir sonsuz döngü; sahi sonsuz mu? Bir çöl, çölde yanan zaman, onun savrulan küllerinin üstüne yağdığı kafes; değerli sanılan ömrün sonu. Çöl; sonsuz. Zaman; bilincin kurgusu. Kafes; varlığım. Üçünün içinde iç içe, acıyla kıvran dur. Aşktan, ölümden, aklından kurtul; elinden geldiğince, mümkünse. İnsanım, kibirden olmayım. Olmalıyım da. Yoksa nasıl taparım aklıma; ey çöl varım ben, ey zaman varım. İstersem kafesimi de yakarım.
Böyle bir filmdi işte Edi. Seyretmekle değil, içine girmekle baş edebileceğin bir anlam kuyusu; ama karanlık değil. Sarı toprak, katmer katmer, savrulan; mavi yeşil deniz, sessiz, nefessiz, kılıçla dalgalanan; ışık, sızan, kaçan, yansıyan; çiçek, şeftaliyi doğuran, adı kadın olan; insan, varlığında hapsolan, unutmaya çalışan, unutamayan; acıyla içilen şarap, kırmızı; kinle intikamla sallanan kılıç, kırmızı. Tüm bunların arasında, üstünde, içinde de aşk; duman gibi, is gibi, sis gibi, varken yok gibi, gizli, gizemli. Bu kuyunun ağzından aşağı bakıp kendimi görmeyi umuyorum. Oradayım. Yansıdın Edi. Oradasın. Yoksa sen de mi seyrettin bu filmi? Bir daha ama bu sefer birlikte seyredelim mi?
Bahar. Hep gelir. Onunla birlikte bir de dost. Aynı dost. Kendini çöle sürgün etmiş aracının özgür dostudur bu; filmin sonunda sadece onun değil aynı zamanda bir başkasının da dostu, sırdaşı olduğu anlaşılan. O bir başkası ki aracının unutmaya uğraştıkça aklından çıkmayan, sürgün olmasına neden olan. Bu bahar hep gelen bahardır ama bu defa çiçeklerinde, nemi yavaş yavaş çekilen toprağında, o tatlı rüzgârında, ılık ılık saran sıcağında sanki bir şey gizlidir. O gizle serilir çölün üstüne. Bu örtüyü kaldırıp altındakini gösterecek olan tek kişi aracıdır. Çünkü o bir uğraktır. Yol üstünde bir kafes. O kafese girenlerin biricik varoluşlarından ona düşen demi tattırdığı; anıların aktaranı, anlatanla dinleyen arasındaki uçurumda durup gerçeği anlamaya çalışan bir anlatıcı; masala, şiire, oyuna, öyküye dönen insan hallerinin durağı olduğu için aracıdır o. Yoksa kiralık bir katil mi? Paragöz, acımasız, soğukkanlı. Her kim olursa olsun baharın örtüsü altında gizleneni gösterdiği ama ondan da öte tutsağı olduğu bilinç- bellek celladıyla barıştığı için çöle karşı dimdik durandır o aynı zamanda. Belki de bu mağrurluğu izin vermemiştir dostun getirdiği şaraptan tatmasına. Örtünün altındaki aşk, aşkın kamburu acı. Kamburu sırttan kesip atmak gerek ne ki eller oraya uzanabilse, maharete erişebilse. Aracının ellerinde maharet vardır var olmasına ama o kamburunu çok sever. Aşk; acı. İstese de kesip atamaz. Çünkü unutmak istedikçe inat eder cellat. Öyleyse bir şeye sahip olamadıysan onu unutmaya çalış ki o şey hep senin olsun. Bu sözlerin ustası aracıdır; cümlenin sahibi. Şarap; gizemiyle dostun heybesindedir. O bilmese de, aracıya aşkından hediyedir. Dionysos gibi yeniden doğmak için içmeli. Cellada kafa tutan kızıl su. İç, unut. Geçmiş dertten başka nedir ki? Her gün yeni bir gün olsun diye iç. İkiliğin tatlı suyu; esirmenin, sarhoşluğun, unutmanın; şarap. İçmedi. Bir başka aşığa içirdi. Aşkına karşılık bulamadığı için aracının acımasızlığına sığınan âşık; bir prenses, bir prens. Aynı bedende iki insan; ikilik, çelişki, bir ben var bende benden içeri, altı üstü hepsi ben ya da bir diğeri mi…İçindeki erkek sesi intikamla, kadın sesi aşkla yanan Murong. O seslerden biri güçlü, başına buyruk, kibirli; diğeri çocuksu, acılı, yakarış dolu. Aracı, Murong Yin ile Murong Yang’ın yani prensle prensesin aynı kişi olduğunu kuşların şahitliğinde anladı; Yin-Yang ikiliği ya da tekliği. Şarabın yardımıyla tabii. O kuşlar ki kafeslerinde ışık saçarak yarenlik etmekteydi. Aracı ile Murong büyük kafeste; kuşlar kafes kafes içinde. Sonra bilinç-bellek celladıyla yatağa girdiler. Dört kişiydi; anda varolan iki beden, akla yapışmış iki hayalet. Murong aracının tenine değil, karşılıksız aşkınınkine dokundu. Aracı ise teninde ağabeyiyle evlenen kadınının elini hissetti. İşte bu yüzden cellatsın sen, anda yeniden dirildiğin, ânı zehir ettiğin için; ah bellek, ah bilinç, ah bellek…. Gitti Murong. Aşkının acı çığlığını çöl rüzgârına teslim edip gitti. Varlığı efsaneye döndü. Kendi yansımasıyla talim eden bir kılıç ustası efsanesi; Yin-Yang Murong. Bir daha görünmedi.
Yaz. Yine geldi. Bir ağacın altına yuvalandı intikam. Ter içinde, nöbette. Aracıya gelen fakir kızın öyküsündedir sıra; sonra kör dövüşçüde, şeftali çiçekleriyle hasret gidermede…Bir sepet yumurtayla, çeyiz diye verilmiş katıra gönül indirecek bir kılıç ustası elbet geçer oralardan. Aracının parasız olduğu için geri çevirdiği köylü kızı, ağabeyinin katillerinden intikam almaya kararlıdır. Sırtını dayayacağı tek şey ise ağaçtır. Çöl sıcağı caydırmaya uğraştıkça arka çıkar kıza, gölgesini sunar. Yumurtalar, katır, ağaç; sabır içinde. İntikam, kızın yüzü; inat içinde. Ona yardım edecek dövüşçü gelene kadar artık o da aracı gibidir; insan hallerinin şahidi. Kör dövüşçüyü, dövüşenleri, yardım isteyen köylüleri görür. Gören iken görülen de olur; unutulamayanın temsiline döner. Oraya öldürmeye geldiğini söylese de aslında ölmeye gelmiş kılıç ustasının karısı oluverir, bir de aracının kadını; belleğin hayaleti ağacın altındaki kızın bedeninde. Kör dövüşçü dostuna âşık olmuş karısına köylü kızın dudağından veda eder. Yumurtalar kırılır; gözyaşı. Kırık bir kalbin yanında yumurtanın lafı mı olur? Çöl sarısının perdelediği bir dövüşle edilen intiharla artık o da kalmaz; ne kırık bir kalp ne de bir türlü unutulamayan şeftali çiçekleri. Kılıcın kestiği yerden ılık ılık akar gider acı; aşkın kamburu. Elveda karım, başkasının aşkı; şeftali çiçeğim…
Güz. Yazdan sonra geldi; kıştan önce, her zamanki gibi. Kafesin yeni misafiri garip biri. Ayakkabısız bir dövüşçü; aç kılıç ustası. İstediğin kadar parlat kılıcını yine de parlamaz ne ki o kılıcı taşıyan bedenin çulsuzsa. Bir değer biçilecekse şu ahir zamanda insana, ille de gözün gördüğüyle; bir parça bez, biraz renk, en pahalısından örtünmek gerek. Ayakkabılı bir kılıç ustasıyla ayakkabısız olan arasındaki fark; fiyat. Aracının köylüye pazarlayacağı usta, çıplak ayaklı olmamalı yoksa ucuza gider. Hatta gitmez bile. Ye kürküm ye. Yedirmek için önce giydirmek şart oldu. Çölde çürüyen bir cesetten bir çift ayakkabı ödünç alındı. Ödünç tabii. Ömür gibi. Bir ölü ayakkabı istemez ama ekmeğini kandan kazananın ömrü her an onun yerini alabilir. Bir ayaktan diğer ayağa gider gelir ayakkabılar. Neyse ki bir yumurtaya bir parmağını verir de bu garip dövüşçü, diyetini öder ayakkabının. Ömrününki başka güzlere… Karnı tok, ayakkabılı ama bundan böyle dokuz parmaklı dövüşçü ağacın altındaki intikam ateşine döktüğü suyla; kendince nedenlerden dolayı; arınmıştır. Peşine düşen, kovsa da gitmeyen, sabırla bekleyen karısıyla; onu anlayan, tanıyan, hatta kimi zaman o olan şeftali çiçeği; çeker gider. Bu sevimli çift giderken cellat yine oradadır. Aracının gözlerinde bir çift kıskanç bakış oluverir; bir de içinde yanan özlem. Dile gelir hafıza; şan, şeref, şöhret için gittim, döndüğümde kadınım ağabeyimin karısı olmuştu. Yeniden yalnız kalır aracı. Artık köylü kız da yoktur. Dağın ardındaki bilinmeyene tutunan varlığını her zamanki gibi koyar yerine; kafese.
Kış. Döngünün puslu yüzü. Gelir. Diğerleri gibi sırasını hiç şaşırmadan; hep gelir. Zamanın sonsuz uykusu; ölüm. Aracıyla kadınının ortak dostu üst üste iki bahar uğramaz çöle. Sonra öğrenir aracı; kadını iki kış önce ölmüştür. Celladın varlığı uçuruma yuvarlanır. Sonrası bomboş; boşluk. Aracı ne yapacağını bilir. Çöl rüzgârına veda edip şarabı içer. Aslında cellat da ölsün diye değil, yeniden dirilsin diye belki. Çünkü kadının ölümü, aracının dört elle sarıldığı aşkın ölümüdür; kambur kanar. Oysa o aşk celladın(bellek-bilinç) hayaletinden başka bir şey değildir. Ama zaten o hayale tutunmuştur varlığı; hayatı. Şaraptan umduğu onu değil, gerçeği unutturmasıdır. Gerçek ölümdür; kadının ölümü. İçtikten sonra hayata yeniden başlamak; celladıyla birlikte tabii. Dağın ardında onu bekleyen bir kadın olduğunu bilmek; hep bilmek ister. Çünkü ölüler beklemez. Kafesini yakar. İçinde yanan masalların şiirlerin öykülerin yani bilmenin, hatırlamanın külleri çöle yağar. Zaman artık bu andır. Çölden çıkar gider aracı…
Bir rüya görmedim Edi. Umarım sen de görmemişsindir. Kahrolasıca rüyalar. “Kendine bu kadar kızma”. Anlayamadım. “Sen varsın ki rüya da var. Rüya da elin kolun ayağın gibi bir parçan; organın”. Rüyalarım mı anlamsız yoksa ben mi çok mutsuzum bilemiyorum. Kuşlar, kelebekler; çiçekler, börtü-böcekler aklımın karanlık tarafınca yok edilmiş. Rüyalarım bu karanlığa teslim olmuş. Ben ise mecburen uyuyorum; rüya görüyorum. Rüya körü olsaydım keşke. Hani hiç rüya görmediğini zannedenler gibi; hatırlamazlar, anlatmazlar. Dediğin gibi bir organımsa rüya; bu organım hasta Edi. Yoksa bu kadar fenalık edemezdi bana; karanlığımı bıkmadan göstermek…Ağrıyor, ağrıyor. Rüyam çok ağrıyor Edi. Uyanıkken neyi yanlış yapıyorsam artık, uyurken durmadan ağrıyor; rüya, rüyam. “Kes at. Yani keşke öyle olsa. Çok iç içeyiz biz; sen, ben. Bu yüzden yardım edemeyeceğim. Çünkü senin baktığın yere bakıyorum ben de; üçüncü göz yok”. Öyleyse anlat. “Rüyamı anlatmayacağım. Ama filmdeki atlı-kadınlı-ışıklı sahnenin erotizmi, tüy hafifliğindeki bir titreşimle baştan ayağa ele geçiriyor beni”. Abartma Edi. “O kadar ki uyanık olduğum halde rüya görüyorum. Şeftali çiçeği atın sağrısında açıyor; rüya. Kadın ona dokundukça tabii. Gözyaşı bile güzeldi; ışıl ışıl, ışık içinde”. Sen sayıkla; dinlemiyorum Edi. Ama bahsettiğin sahnenin güzelliğiyle büyülendiğimi söyleyebilirim; titreşimsiz tabii. “Alay etme benimle. Murong gibi kılıcım yok ama ben de seninle talim edebilirim; aklımla tabii. O, suda gördüğüne kılıç sallarken acaba Yin miydi, Yang miydi? Sudaki akis kimdi? Unutma ben senim; sendeki diğeri. Bu yüzden vurduğun yere dikkat et çünkü kılıcın şakası yoktur. Murong karşılıksız aşkını içinde öldüremediği için gitti aracıya; hatırası ölmüyorsa gerçeği ölsün. Ama ondan da vazgeçti. En iyisi kılıcı kendine sokmaktı; sudaki aksine. O akis Murong’un kamburlu olanı; acıtan, hatırlayan, acıtan. Ölüm yoksa şarap var. Ölüm öyle güzel bir boşluk ki içinde ne aşk var ne de acısı. Ölmedim ama öyledir diye tahmin ettim. Peki kör dövüşçü gibi düşemediysen o güzel boşluğa? Tanrına sığın; Dionysos. İç şarabı, unut acıyı. Öldüren, zaman yakan, akla kafa tutan; ey aşk. Kör kuyulara düşesin emi”. Seni kolumdan çıkarmadan önce son cümlene hak verdiğimi kanıtlayayım Edi; Düşsün de onu bulmak için böyle filmler çekilsin; Zamanın Külleri. Üstümüze yağan…


NOT: Film, Zamanın Külleri;  Yönetmen; Wong Kar-wai

22 Nisan 2016 Cuma

İSPANYA'DA BİR KOVBOY

           Uyudum uyandım. Uyudum uyandım. Uyudum uyandım. Uyudum uyandım. Uyudum uyandım. Hemen sıkıldın. Devam et. Uyudum uyandım. Uyudum uyandım. Uyudum uyandım. Uyudum uyandım. Bu kadar da değil mi? Ne kadar peki? Hayatın ne kadar? Uyudum uyandım. Uyudum uyandım. Bunun arasında ne kadar? Uyudum uyandım. Uyudum uyandım. Uyudum uyandım. Uyudum uyandım. Uyudum uyandım. Ne oldu? Okumasına gelince bıkıyorsun. Yaşaması daha mı kolay; bıktırmıyor mu? Yaşaması. Uyudum uyandım arası; dolmuyor mu? Uyudum uyandım. Uyudum uyandım. Uyudum uyandım. Uyudum uyandım. Tamam anladım tamam. Anlamak; bunu isteyen kim? Uyudum uyandım. Uyudum uyandım. Uyudum uyandım. Dur bir dakika. Durmam; çünkü durmaz. Uyudum uyandım. Uyudum uyandım. Uyudum uyandım. Yılan sırtında bir kuş. (Ha gayret) Bülbülün şarkısını söylüyor bataklıktaki boğaya. Ben ise ölüm olmasın diye, bir o çiçeğe, bir bu çiçeğe. Ulaşmalı ölümsüzlük çiçeğine. Ölüm boğa, yılan zaman, söylemek yetmez kanatlan. Aklımın içinde kuş sesleri; artık kanatlarım var… Hayal gücü. Düz çizgi kırıldı. Kırdın. Çok şükür. Yoksa bütün hayatın; uyudum uyandım.
            Boş bir kâğıdım vardı; bir de ben. Önümde bembeyaz bir boşluk. Arkadaşlarım yazıyordu. Herkes kendi kâğıdına; kendince. Kürsüdeki takım elbiselinin emriyle; acaba ne? Bekledim. Sözcükleri değil. Ne olursa olsun yazmayacağıma göre elbette onlar değildi beklediğim. Ben, bana özel emri bekliyordum. Neyse ki geldi; evladım etrafına bakma da yaz. Sizin söylediğiniz konuda yazmak istemiyorum. Boş kâğıt vereceğim. Bir emir daha; yaz. Peşi sıra tehdit; yoksa basarım sıfırı. Tek söz etmeden cevap verdim; eylemle. Boşluğun en beyaz yerine adımı, soyadımı, numaramı yazıp takım elbiseye iliştirdim kâğıdı beni bir iyice bilsin diye. Çok kızdı. Bağırdı. Anlayacağını hatta ondan da ileri, bana notlar üstü kıymet vereceğini zannederken öyle yaptı ne yazık ki. Oysa istediği kompozisyonu yazmamıştım ama kâğıdımda önemli bir şey vardı; ben. Sınıftan çıkarken arkamdan seslendi; seni köpek seni, ne yapmaya çalışıyorsun? Hayal gücümü kullanıyorum. Emriniz arkadaşlarımın ellerinde demir kesiyor ama bu da benim hayalimdi öğretmenim; size itiraz etmek. Çıktım. Yanaklarım yanarken, dudaklarım onlara doğru kaymıştı. Yaşayan bilir; müthişti.
            Gel Edi. Başlayalım. Seyrimize. Başladı, bitti. Yazınca ne kolay! Kabul etmesi bile. Başlar, biter; her şey. Bu kadar. İkisi arasındakine; sürece, sürene ne denir? Ömür mü? Büyüklenmek boşuna. Bir adres yeter hatırlamaya ya da yüzleşmeye; mezarlık. Sadece çürüyeceğim için değil, istisnasız herkes çürüyeceği için kibirlenmem soytarılık; büyük kim? Sonun, sonlusun; ölüm. Büyük değil, sadece bir avuç toz ile topraksın. Filmin şarkısı bunu söylüyor; dinliyoruz. Hani hayal gücüne güzelleme olan film; kontrol limitlerini bu güçle aştıran. Kontrol. Limit. Zorlamalı; iyice zorlamalı ki gerçek gücün ne olduğu, kimde olduğu ortaya çıksın. Kovboy bu yüzden görevde. Film:
            Sokakta oynayan çocuklara sormalı kim kimdir neyin nesidir diye; çocuktan al haberi. Yalnız adam bir gangster değildi, onlar bu bilgiyi iyice netleştirdi. O hınzır meraklarıyla düştüler peşine; güle oyna, birbirlerini ite kaka. Sordular; sen Amerikan gangsteri misin? Öğrendik, daha doğrusu emin olduk; değilmiş. Öyleyse kim bu yalnız adam; diğer filmlerdeki yalnızlara hiç ama hiç benzemeyen? Kendini gizleyen biri; gizemli. Yalnız adam kontrollüydü; fazlasıyla. İradesinin limit çizgisine varasıya. Görevini yerine getirene kadar onu güçsüz kılacak, zor durumda bırakabilecek bedenine hükmederek; konuşmak yok; uyumak, sevişmek, çok yemek yok. Özdeşlik kurmak şöyle dursun, kim olduğunu bile anlayamadım; varamadım kendisine. Anlayabilmek için benzetmekten başka yolum kalmadı. Kovboy. Kasaba barından meydandaki kafeye, bira köpüğünden espresso köpüğüne, gün batımında at sırtında gidişten o kararlı yürüyüşe geçiş; işte size İspanya’da modern bir kovboy. Şapkası, atı, çizmesi, mahmuzu, silahı yok ama o meşhur spagetti western filmlerindeki kovboylar gibi gizemli bir yalnızlığı; delici, kararlı bakışları var. Neye kararlı; özgürlüğe. Havaalanında gerçekleşen bir değiş tokuş; kendimi verdim, kovboyu aldım. Film orada başlayıp orada bitiyor. Görev; takım elbiseli, ayakkabılar boyalı, limit zorlamalı. Özgürlük; eşofmanlı, spor ayakkabılı, limit aşıldı. Sonra yeniden değiş tokuş; özgürlüğümü aldım yani kendimi, kovboyu verdim. Böylece görev tamamlanmış oldu. Havaalanından çıkış; film bitti. Yalnız adam giderken arkası dönüktü ama eminim ki dudakları yanan yanaklarına doğru kaymıştı. Müthiş.
            İspanyolca biliyor musun? İspanya’da bu dilde anlatır, anlar insanlar; ana dil. Kovboy başını iki yana sallar, hayır der. Öyleyse küresele geçelim. Dünyayı sözüm ona sınırsızlaştırıp dilde birleştirene; İngilizce. Bu dille ne kadar da evrenselizdir; küresel. Kapitalizmin ana dili; can you speak english. İspanya’da bile. Bile mi? Her yerde. Dil mi kültürden çıktı, kültür mü dilden; yumurta tavuk yumurta. İspanya’da İspanyolca konuşmadan yaşanır ama güdük kalınır; kültüre. Kem küm gider hayat. Önemli mi? Ne de olsa insanlığı kem kümden, elin dilini keke keke ederek ağzımda dilim şiştilerden kurtaran, çok şükür başka dile muhtaç ettirmeyen bir dil var zaten. Ama ille de kültür; yerelin rengi. İşte o renk için soruluyor aynı soru kovboya her buluşmada, kapitalizmin ana diline başkaldırı olarak; İspanyolca biliyor musun? Bilmiyorsun! Peki, bir ihtimal müzikle ilgileniyor musun? Hayal gücüne can verecek, seni bu güçle duvarların içinden geçirecek bir şeye ilgin var mı; bir ihtimal de olsa, var mı? Gitarlara, bohemlere, felsefeye, sinemaya, moleküler bilime…
            İspanyolca bilmeyebilir ama diller üstü bir şeye sahip olabilir; onunla anlayıp, anlatabilirsin. Sanat, bilim, felsefe. Bu kıymetli sahiplik için ise ihtiyacın olanı biliyorsun kovboy; hayal gücü. Sende bu güç yoksa güçlenir; paranın sahibi. Hani film boyunca kendisi değil ama kara gölgesi seni izleyen korkak; kara takım elbiseliler, başını ne zaman göğe çevirsen gördüğün helikopter. Ses geçirmez duvarlar arasında saklanan cismidir; yanıltmasın seni. Ruhu her yerdedir namussuzun. Hatta o kadar ki artık dünya onun ruhuyla dönüyor; büyük sahip. İşte görevin: bu bencil, bu zalim, bu hain sahibi; bir adı da kapitalizm mi acaba; yok etmek. Öyle bir kara takım elbiselinin cismani gidişi ile dünya kurtulmaz mı? İyi öyleyse, otur oturduğun yerde; uyudum uyandım, uyudum uyandım…Sendekinin ne olduğunu hiç bilme; korkağa boyun eğ. Korkak tabii. Elini kolunu sallayarak oradan oraya giden sensin. Bir de ona bak; duvar duvar içinde, kapısında eli silahlı kırk koruma. Sendeki; düz çizgiyi kıran. İşte yöntemin; kontrol limitlerini zorlamak. Zalimin zulmü varsa senin de bir bedenin var. Hani en büyük zayıflığı mükemmel işleyişi olan beden; uyku ister, yemek ister, seks ister, ister de ister. Sahibin pazarı bunlarla dolu. Varsın dolu olsun ne ki kovboy bedenine irade zırhını geçirdiyse. Pazarın gücüne karşılık, üst kontrol limitinde bir iradeyle donanımlı hayal gücü. Haydi yola çıkma zamanı; görev büyük. Rota; kibrit kutularında. Kutular; sanatçının, bilim insanının, filozofun elinde. Özgürlük ise haberin yok ama; sende. Sadece sende.
            “Gitar telini unutmuşsun. O tel ki…”. Sus Edi sus. Açık verme. Biliyorum o tel ki! Ama bırakalım da seyredip görsünler. Kovboyumuzun büyük sahibin kalesine yaptığı kısa ziyaretin sonucu: Ey kapitalizmin acımasız, cahil, kara gücü; duvar içine değil, her fani gibi bir avuç toz ile toprağa. O kadar. Arapçası şiir gibi, İspanyolcası şarkı; çaresizlik içinde inkâr edilen. Son adres. Bu arada kapitalizmin kalesini gösteren krokinin bir Arap’ın elinde olmasına ne demeli; kaderin cilvesi. Daha doğrusu yanlış hesabın Bağdat’tan dönmesi. “Biliyorum; susmam gerek. İçime işleyip anlamak için susmak… Ama filmin biz kibirli insanlara hatırlattığı o nihai adres rüyamı düşündürttü. Mezarlık; ürperdim.”. Sakın anlatma. Filmle arama girme. Git de suya anlat seni ürperten rüyanı. “Suya karışıp, aksın gitsin diye mi? Ama ben ondan kurtulmak istemiyorum ki; korkunç bile olsa, ürperten, delirten, uykumdan hiç gitmeyen. Benden habersiz bende ne olup bittiğinin kılavuzu; rüyam. Ne olur anlatayım da anlayalım beraber; beni. Su sesine değil insana muhtacım; onun diline”. Yalvarma Edi. Anlat, dinliyorum. “Güvercin dolu karanlık bir odada oturuyorum. Karanlık dediğime bakma; kapkara değil. Oturduğum somyanın tam karşısında tahta bir kapı, onun bir adım ötesinde solda bir de pencere var. O pencereden mavi bir ışık vuruyor yerdeki güvercinlerin sırtına; sesleri uğultu. Yer pislik içinde; kuş boku. Başım, dizlerim üstüne kitlediğim kollarımda; gözüm kapıda. Güvercinler mavi ışıkta yüzüyor; sırtları kıpır kıpır. Yer kokuyor; burnumdan beynime leş gibi. Gözümü kırpmadan, hiç kıpırdamadan bakıyorum. Ara ara nefesimi tutarak hatta. Meğer seni bekliyormuşum. Önce pencereye dayadın yüzünü, iki elin yanaklarında siper; içeri görünmedi. Göremedin beni, güvercinleri, mavi rengi. Kapıdaydın. Yumrukladın. Sonra bağırdın; aç kapıyı. Bakıyordum sadece. Bağırmaktan, yumruklamaktan yorulduğunda bir sessizlik oldu. Güvercinler bile susmuştu. O kadar ki kulaklarım mavi ışığın sesini duydu. Sonra yırtıldı sessizlik; diş bileyen gıcırtı. Kapı duvara yaslanana kadar işkence. Açık kapının boşluğunu dolduran ay ışığında kapkara dikiliyordun. Eşiği geçtin. Ama sonra bir adım bile atamadın; güvercinler. Yüzün karanlıktaydı. Kollarımı yavaşça çözüp dizlerimi indirdim, ayaklarım somyadan aşağı düştü. Belimi dikleştirip konuştum; tuhaf bir sesle. Yankılı gibi. Kapıyı bekliyordum dedim. Başın titredi sanki. Bir yankı daha; açılmasını. Aslında seni. Sonraki yankıyı yuttum. Ellerimi iki yanda gergince somyaya bastırdım. Galiba ayağa kalkmaya davrandım; kalkamadım. Çünkü ayaklarım sadece vardı; iki et kemik. Yürüyemiyordum. Sesine irkildim. Sana yakıştıramadığım bir ses; tiz, senin sen olduğundan kuşkulandıracak kadar yabancı. Ne beklemesi diyorsun o başka sesinle; bekleyemezsin. Çünkü sen diye devam ediyorsun, sen geçen hafta öldün, hatta çürümüşsündür bile. Koku genzimi yakıyor, bağırıyorum. Kuşların üstünden seke seke gelip, tam karşımda dikiliyorsun. Başını saran mavi ışığın arasındaki yüzünü ancak seçebiliyorum; göz karanlığa alışınca. Yanakların yoktu; gözlerin, dudakların. Yüzün çürümüştü. Haklısın diyorum; çürümüşüm. Şimdi inandım sana. Ağlamaya başlıyorum; ölemem ben, ölmemeliyim. Güvercinler bensiz perişan olur. Bir feryat, bir figan ki! İnsanın kendi ölümüne yası beter şeymiş; korku, acı, tiksinti. Ağıt sürerken birden mavi ışık yere düşüyor. Meğer güvercinler havalanmış. Kanat kanat kalabalık; toz, duman. Bir çürüyen yüzüne, bir yere, bir başıma konup konup uçuyorlar. Beyaz kanatlı güzel kuşlar bunlar ama delirip çirkinleşiyorlar. Yüzümüzü yediler. Ter içinde uyandım. Uyanmasam gerçekten ölürdüm herhalde. İşte böyle. Ne diyorsun?”. Elinin körü diyorum Edi. Film aklını nasıl kışkırttıysa artık, rüyaya değil kurguya yatmışsın. Böyle rüya görülür mü; uydurulur. Her uydurulan da düz çizgiyi kırmaz bilesin. Hayal gücünün filmdeki gibi duvarların içinden geçmesini istiyorsan önce kendini kontrol etmelisin; iradeni yönet. Çünkü Edi’m, su uyur düşman uyumaz. Baksana kovboyumuza; uykusuzluğuna. Böylesinden feyzal dostum.  Kolumdan çık bakalım. İyi uykular sana ya da uyanışlar…

NOT: Film, Kontrol Limitleri  
Yönetmen; Jim JARMUSCH