14 Temmuz 2015 Salı

KARANLIKLAR SOKAĞI SARKACI

                                                                                                                               

Çok korkmuştuk o gece. Çelik kapının üç kilidini sonuna kadar kilitleyip, perdeleri sıkı sıkı kapadık. Sonra karanlıkta sessizce oturduk. Çok oturduk. Çığlık durmak bilmedi. Tırnaklarımı yemeye başladım. Bu sefer Edi bana hiç karışmadı. Çünkü tek söz ikimizi de utanç uçurumuna yuvarlardı. Bundan emindik. En iyisi beklemekti. Nasıl olsa bilinmeyen dışarıdaydı. Şehrin bir yerinde ama evimizin içinde değildi. Bu da iyi bir teselliydi. Ama olmuyordu işte. Korkmaktan daha fazlası vardı derimin içinde. İşte o her ne ise; beni terletiyor, başımı ağrıtıyor, kalbimi sıkıştırıyordu; ama en kötüsü de bu kemirmeyi bana yeniden musallat etmesiydi. Sadece tırnaklarımı değil; beynime kadar kemirecek, yok edecektim kendimi. Neyse ki yoksa ne yazık ki mi demeliyim, kemire kemire tam dirseklerime geldiğimde, çığlık kesildi. Karanlık buraya kadarmış diyerek ışığı açtım. Edi de makinayı. Bu çığlık kimin çığlığı bilmek istiyordu. Öğrenemedi tabii. Makinanın bozuk olduğunu bir kabul edemedi gitti. Çok sinirlendim. Sehpadaki kumanda aletini paramparça etmemek için kendimi zor tuttum. Bastığı rakamlarda umut arıyordu. Bilmeyi ummak; umuda sarılmaktı dileği. Bire bastı, Bay TV. İkide yine onun suratı. Üç dört derken tekrar başa döndü. İkinci turda Bay TV yorulan suratını dinlendiriyordu herhalde ki cinayet reklamları başlamıştı. Bir Bay TV’nin suratı, bir cinayet reklamı; bozuktu işte bozuk. Tam kapatacakken bir baktık ki bu sefer de rakamların hepsinde hipnoz sarmalı bisküvilerin dansı var. Oynadık; oynattık.
Masal tadında başladı şehrin öyküsü; bir varmış bir yokmuş. Ama iyice kulak verince, tadı acı geldi. Masal başlamadan bitti. Bir film seyrettik Edi’yle; sessiz bir şehirde başlayıp, umutla el sallayanların parlak gözlerinde biten bir film. Avuç içlerindeki kader çizgilerini boylu boyunca kesen, sizin geleceğiniz benim der gibi derince yerleşmiş yara izi şehrin sessizliğinin tarihini veriyor. Üç kuşaktır böyleyiz diyor. Sesleri çalınalı üç nesillik zaman geçmiş. Torun, baba, dede aynı yarayı taşıyor. Torun Ana, Bay TV’ye ait Gıda TV’nin reklam baloncularından birinin halatını elinden kaçırıyor. Bu olay baba ile dedeyi TV’deki işlerinden ederken, boyunlarına asılı kimlik kartlarındaki yüzlerine de bir çarpı basılıyor. Gıda TV’nin işine yaramayanların hepsinde olduğu gibi. Yüzlere basılan çarpılar şöyle dursun da aslında sesleri olmadığı için değersizler. Çünkü Bay TV çaldığı o kıymetli hazineyle düzenini oturtmuş. Ama o da ne? Gizli kasasındaki emzikli kız çocuğunun verdiği haber, beyefendinin kel başına çizdiği o sahte saçı terletiyor. Kaynak tükenmek üzere! Yeni sese ihtiyaç var. Yoksa sarmal bisküvilerin üretimi duracak, o sarmalla uyutulan şehir uyanacak. Uyandığında da sesinin peşine düşüp, Bay TV’nin düzenini bitirecek. Büyük felaket. Hemen tezgâh kurulmalı, yeni ses makinaya aktarılmalı. Bütün şehrin sesi alındığına göre bu kıymetli kaynak nereden bulunacak? Ey tarihin güzel sözcüsü, ey tüm zamanların asi çocuğu, ey insana insan olduğunun tarifini veren alçakgönüllü; kimsin sen? Sanatçı. Bu şehrin sanatçısı Gözleri Olmayan Çocuk’un annesi. Koca şehirde sadece ikisinde ses var. Ama çocuğun sesinden henüz kimsenin haberi yok. Bay TV’nin tüm planları sanatçının sesi üstüne kurulur. Çocuğu için bir çift gören göze karşılık ses. Gözler yanlış adrese gidince pazarlık bozulur. Bu adam Bay TV; pazarlıkla alamadığını zorbalıkla alır. Ona göre her hava hoş. Uşak Sıçan’ına emir verir, her şey halledilir. Tabii öyle zannedilir. İşin içinde sanatçı var, kaçır kaçırabildiğin kadar. Sesiyle devirir tezgâhını; uyutamazsın da çalışmaz makinan. Çıldırır tabii. Çalıntı sesleri makinaya, oradan da Gıda TV’nin üretim bandına aktaran Doktor’a haykırır; “Hani uyuyacaktı?”. İkinci bir ses olabilir mi? Onu da ele geçirmeli. Bay TV’nin düzenini bozan belki de o bilinmeyen sestir. Makina onun yüzünden çalışmamış olabilir. Bir zamanlar insanlar için kanatlı ayaklar düşleyenlerin soyundansak eğer, hazır makina da arızalanmışken fırsat bu fırsat. Dedenin sandığa gizlediği düşleri, çocuğu gerçek kılacak. Sessiz kaldık ama sözsüz değil çok şükür. Sözcükleri kimseye vermeyiz. Yolculuk başlar. Haydi, çık antene.
İkinci gece yine korktuk. Sadece karanlık yetmez oldu. Sessizlik ise daha çok çağırıyordu o kahreden çığlığı. İyisi mi bozuk mozuk ama biçare makinayı açmaktı. Filme devam ettik. Ses sestir ne de olsa. Bir boks maçı vardı. Böyle kanlı dövüşlerin heyecanı her şeyi unutturur. Tam isabetmiş Edi’ye göre. Sessiz halk yumrukları sayarken, Bay TV de çarkını çevirir, gül gibi geçinip gidilir. Ama bu seyrin gerisinde bambaşka şeyler de olur. Öyle ki birileri Bay TV’nin o kirli ellerinde tuttuğu hayatlarının peşine düşebilir. Düştüler de. Reklam balonlarıyla uçup, o gizli yere gittiler. Meğer oyun ne büyükmüş, ne devasaymış kuşatma. Şehrin dışına konuşlandırılan anten yutmaktaymış insanların sesini. Evlerin çatısına konulan antenlerin bu işe yaradığını öğrenince deli gibi sevindik Edi’yle. Bay TV insanların sesini emiyor, biz de seviniyoruz işte. Öyleyse “deli gibi” doğru tanımlama, hatta gibisi fazla. Biz resmen deliyiz. Boks maçı sürüyor; sanatçı uyutulamamış ama yakalanmış, tutsak edilmiş; insanlar hem sarmal bisküvilerini yiyor hem de seyrediyor; sessizlik kader kabul edilmiş, düzen gidiyor; bir baba, babasının nasihatiyle antene çıkıp şehri kurtarmaya kalkışıyor. Peki, bu sirkte kalemler nerede? Gördüm Edi gördüm. Antenin içindeki emzikli kızın elinde. Yani o da Bay TV’nin kölesi. Ürperdim. Ama hepsi değil galiba. Antene giderken aralarından geçtiler. Yol üstündeki sıra sıra gazete dağları bunlar. Gerçeğin peşine düşenler şehrin dışına atılmış; gazete ve sözcük yığınları ıssız dağlara dönmüş. Gerçeklerden, gerçeği göstermeye uğraşan kalemlerden kaçan sessizler, layığınızı bulmuşsunuz diyesi de, dil dönmüyor işte. Bir de tabii kimsenin layığı Bay TV olamaz, kimseye yakışmaz. Ölesiye sessizlik, ölesiye kölelik; bu mudur güzel insanların giyeceği gelinlik? Tek tarafın çarkına su dökmekle geçen bu evlilik bitmeli. Çocuklar için bitmeli. Zaten çocukların yüzünde sessizlik güzel durmuyor, gözlerine hüzün veriyor. Daha çok da bu yüzden tabii; devran tersine dönmeli. Önce uşaklarla başa çıkılır. Sıçan Uşak kuyruğunun geçtiği her delikte, her yerde. Baba boğuşur onunla. Silah patlar. Seken kurşun emzikli kızı yere yığar. Cenazemiz kocakarı olur çıkar. Düzenin çarkı hızla dönerken farkına varamadığımız sarkaç, sadece ölünce gösterir bize gerçeğini. Yaşarken gördük de sanki. Film Edi’yle bana, “Hız gitti, tuz bitti” dedi. Sürekli çarkın tekerine çalışıp, kendi hayatına hiçbir şey katamayışın tasviriydi ölüm. Dönerken değil, durunca düşmek gibi. Emekli ol, öl. Kocakarıyı yerden kaldırmalı. Ölü bizim ölümüz, biz ölüyüz.
Sessiz film bitti. Makinayı kapatıp, çelik kapımızı kontrol ettim. Çelik gibiydi. Bu iyiydi işte. Kötü olansa dışarıdakinin hâlâ devam etmesiydi. Oturdum, aklımda gezindim. Taze taze film kokuyordu içi. Daha dem almamıştı ama uzunca bir süre başımda gezinecek görüntüler yavaş yavaş dibe çökmeye başladı. Zaman çabuk geçsin diye onları seyrettim. İşimiz gücümüz seyir ne de olsa. Gözlerim kapalıydı. İlk gelen görüntü sanatçının mutsuzluğuydu. Yüzü yoktu. Karanlık bir boşluktu suratı. Pencereye yaklaştırdığı o boşluğa, camın pusuyla mutsuz bir yüz çizdi. Haykırdı; “Övgü okyanusunda, ego köprüsüne tırmanıp binlerce gözden oluşan semada parlayan bir yıldız olsam / Rüyaların hafif mırıltısında bin tane yağ lambasını yakıp, bir hikâyenin sessiz ışığında sesime bir beden uydursam /Kırılgan dijital dünyamda araman gerekiyor kendi yerini /Umudun, bir diğer "sıfır"mı yoksa "bir"mi olacaksın?” Diğer sanatçıya ne demeli? Boyalıydı yüzü. Bir yüzü vardı yani. Ama sesi yoktu. Plaktaki sese dudaklarını oynatıyordu. Sesi varmış gibi yaptığı için sahnedeydi. O sahnede,  plaktaki sesin sahibi gerçek sanatçı ise uyutulmak üzere içeride. Üzülmüyorum çünkü kara sarkaç Gözleri Olmayan Çocuk’un elinde. Sarkaç bir gün şehirden yana olacak, Karanlıklar Sokağı aydınlığa kavuşacak. Çünkü o çocuğun sesi makinayı bozacak. Sonra, iki çocuğun Ana’nın odasındaki mutluluğuna; küçük kızın yatağın üstündeki ağır çekim zıplayışına baktım. Umut onlarda, mutlu çocuklarda. Bir de antendeki sarmal üretim sona erdiğinde sesin şehre doğru gidişi, kulaklara girişi, insanların dirilişi kalmış aklımın deminde. Gözlerimi açtım. 
Geceler geceler üstüne, öyle çok gece geçti ki karanlığa alıştık. Çığlığı da sevdik. O kadar ki duyulmaz oldu artık. Sevdikçe yok saydık yani. Sessizliğe gelince; varlığı pek bir ağırdı. Kaldırdıkça yorulduk, yoruldukça da uyku bastı. Kısacası geceler boyu uyuduk biz. Bu uykudan bıkmış usanmıştım. Uyumamayı çok ama çok istiyor, yine de uyuyordum. Bir gece yine her şey aynen devam ederken dedim ki Edi’ye bir rüya anlat da uyumayalım. “Rüyamda ben senin kolunmuşum. Daha doğrusu koluna geçirdiğin bir hayvan. Hem de konuşan bir hayvan. Seni yiyip, tamamen sen oluyorum. Ama hayvan bir sen. Ben oluyorsun kısacası. Ama ne tuhaftır ki içimde olduğunu da biliyorum. İçimdeki senle ben bir bahçeye giriyoruz. Her yer çiçek, her yer kelebek. Birden gökyüzünden, çıtır çıtır yanarak kara lastik ayakkabılar düşüyor. Yer kızıl ateşe, gök siyah dumana çalıyor. Ben de yanıyorum. Aynı o lastik ayakkabılar gibi yanarken bahçenin dışına kar yağıyor. Hem yanıyor hem de bu kadar kar ne çabuk yağdı da çocuklar toplandı diye düşünüyorum. Canımın acısı katlanılır gibi değil ama onların kardaki gülücüklerine gülümsüyorum. Tam ölürken görüyorum ayaklarındaki kara lastiklerin tutuştuğunu. Bu sefer yer gök çocuk feryadı. Sonra öldüm zaten. Öldük yani”. Uykumuz kaçtı çok şükür. Uyumayacaksak çıkalım bari. Makinanın diyecek bir şeyi yok nasıl olsa. Üç kilidi uzun zamandır ilk defa ters yöne sonuna kadar çevirdik. Çelik kapı açıldı, içeri girdim; şehrin göbeğine. Orada bir şey vardı. Korkarak ama daha çok artık gerçekten içeride olmanın verdiği coşkuyla, merakla yürüdüm. Sokağın ortasında bir çemberdi o şey. Çemberin içindeki de ben. Kana batmış bedenimin yaraları çığlık atıyordu. Dışarıya doğru, evlerinin karanlığında sessizce oturan dışarıdakilere doğru çığlık, çığlık, çığlık.

NOT: Film; La Antena,  
         Yönetmen; Esteban SAPIR



1- Sözcükler Dergisi 56. (Temmuz-Ağustos 2015/4) Sayısında Yayımlanmıştır.

2- Psikesinema Dergisi 4. (Mart - Nisan 2016) Sayısında Yayımlanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder